Eğer bir şehir üzerinde diğer bütün etkenlerden öte, siyaseten bunca
duruluyorsa, siyasetin etkili, etkisiz bütün aksesuarları, aktörleri
kullanılarak şehir zorba muktedirlerce ele geçirilmek isteniyorsa;
şehrin doğal mecrası üzerinden kendine uygun akışlar yaratması, kendi
muhalefetini kendi içinde üretmesinden daha doğal bir durum olamaz.
Hele hele adı geçen şehir, sıradan bir şehir olmayıp adeta iktidar
olmanın üzerinde muhasebesinin yapıldığı, bölge üzerinde etki gücü ve
belirleyiciliği hayli yüksek bir şehirse bu daha anlaşılır oluyor.
Diyarbakır'ın binlerce yıl evvelinden adının "kurtulmuş" anlamına gelen
"Omid-Amid" olduğu yıllardan bu yana bu hep böyle olmuştur. Tarihe adını
ve yaptıklarını bırakmak isteyenler, şehri adeta isimleriyle anmak
istemişlerdir.
Bu Milat öncesi 40'lı yıllarda Birinci Dikran Krallığını kurup şehre
"Dikranagerd-Tigranagerd" adını koyan kral döneminde de, Bekir Bin Vail
adına izafeten "Dîyarbekr" adı konulan dönemde de böyle olmuştur.
1920'li yıllarla birlikte cumhuriyet, Türklüğü ve bakır tenli insanların
diyarı mana ve ehemmiyetini pekiştirmek için olsa gerek "Diyarbakır"ı
uygun bulmuş.
Kürtler ise Med atalarına izafeten "Amed" ismini yakışır bulmuşlar.
Asur Kralı Adad Nirari'den kalma kılıcın kabzasına nakşedilmiş Amid
isminden bu yana isimler değişmiş, ama kılıcın kabzasından damlayan kan
kesilmemiş. Toprağı sulamış durmuş. Kanla sulanan toprağın hak
talepkârlığı her daim gündemde olmuş.
Bütün bir cumhuriyetin seksen küsur senesinin çoğunu sıkıyönetimler, tek
partiler, olağanüstü haller gibi baskıcı zulümkârlıklar altında yaşayan
Diyarbakır ve hinterlandı, hesaplaşmanın da yüzleşmenin de adeta
arenası olmuş. Bu sebeple cumhuriyetin erk sahibi bütün egemenleri
sürekli Diyarbakır üzerinden etkili kelamlarını söyleyegelmişler. Ve hep
Diyarbakır'ı özellikle istediklerini beyan etmişler. Ama Diyarbakır;
"Harcı, acıyla, kanla, zulümle, kinle" ve elbette dirençle karılmış
şehir hep direnmiş.
Egemenlere karşı direncin nirengi noktası, mihenk taşı olmuş. Zaptetmek
isteyenlere "nanik yapmış", sürprizlerini paylaşmış bir şehir.
Bu sebeple Diyarbakır'ı anlamak sahiden zordur.
Diyarbakır'ın ruhuna nüfuz etmek gerek.
Daha dün son bir cümle ile "sizce Diyarbakır nasıl anlatılır?" diye
soranlara: "Diyarbakır anlatılmaz ve yazılmaz! Ne anlatılır ve yazılırsa
bir eksik kalır. Ancak yaşanır" demem bundandı.
Bu noktadan baktığımızda Diyarbakır üzerinde odaklaşarak sesini dünyaya
duyurmaya çalışan Kürt siyasetinin 14 Temmuz 2012 tarihi itibariyle
devletçe izin verilmeyen Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) "Özgürlük
İçin Demokratik Direniş" Mitingi sırasında yaşananlar aslında şehrin ve
halkın, yani Diyarbakır'ın ve Kürt Halkının tarih boyunca
yapageldiklerinin tipik bir tekrarıdır.
Diyarbakır "Alternatif Muhalif Metropol" bir şehirdir. Başkalarının
izinden yürüyen değil, kendi izleğini yaratan bir şehirdir. Dünyanın
neresinde yaşarsa yaşasın, bilcümle Kürdün siyasal ve demokratik
kâbesidir. Diyarbakır üzerinden böyle bir demokrasi kalesi var olduğunu
dünya âleme duyurmaya / anlatmaya çalışan demokratların da yüz ağarıdır
Diyarbakır.
Bütün bu açılardan izin verilmemesine rağmen Kürt siyasetinin en üst
temsiliyetinin ispatı vücuduyla 14 Temmuz 2012 günü Diyarbakır İstasyon
Meydanında gaza, toza, beze ve boyaya karşı, "silahsız-külahsız" Kürdün
demokratik direniş hakkını kullanması gerçek manada bir hakkın dünya
âleme ayan beyanıdır.
Peki, bu hak dile getirilirken cumhuriyetin koyduğu ad'a adeta bir tavır alış olan Amed adı neyin simgesidir?
Evet, Amed adı yeni bir dilin ve varoluşun ötekileştirmeye rağmen hep varolan dile gelen adıdır.
O halde yazının başlığındaki "midir" artık gereksizdir.
Yani ez cümle Diyarbakır Amed'dir...
Şeyhmus Diken yüksekovahaber
Diyarbakır Amed Midir?
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Berfin mi?
Bu resmi koyduktan sonra bir şey yazmaya gerek var mı diye tereddüt
ettim. Hangi yazı bugünkü durumu daha iyi anlatabilir? TV’leri işgal
eden hangi uzman-azman takımının terörist-bölücülük lakırdıları bu kızın
özlemlerini bastırabilir?
Tomaların, gaz bombalarının, panzerlerin arasında ayakta kalan ve
direnen bu küçük kızın adı ne? Zilan mı, Dilan mı, Helin mi, Pelşin mi,
Berivan mı, Zozan mı? Yoksa hiçbiri değil mi? Benim aklıma hemen
herhalde BERFİN yani Kardelen olmalı düşüncesi geldi. Kar-buz
tabakalarının, tankların, bombaların altında yok olmayan Berfinler
baharla birlikte hepsini yarıp yeryüzüne çıkar ve doğayı süsler. Hiç bir
zulüm-baskı onları yok edemez, hayattan koparamaz.
Memleketin bütün kalburüstü
okur-yazar-siyasetçi-uzman-asker-emniyetçi-istihbaratçı takımı, her gün
24 saat “terörizm”i tartışıyor. Bu sözde bilirkişi takımı, sözde terör
sorunu üzerine edilmedik laf, yapılmadık plan bırakmadı. Ama hepsi
hüsranla ve bozgunla sonuçlandı. 14 Temmuz tarihinde çevreden getirip
yığdıkları bütün güvenlik güçleriyle Amed halkına saldırdılar. Amed’deki
devlet vahşetine dair resim ve görüntüleri herkes gördü.
Milletvekili, belediye başkanı ve kadın-çocuk demeden herkese
saldırdılar. AKP’nin yasadışı vahşi gücü “kadın da olsa çocuk da olsa
gereğini yaptı”. Hatta öncelikle onları hedef aldı. Aldı da ne oldu?
Yaptığı vahşetle hep lanetlenecek ve her yerde bunun hesabı sorulacak. O
zulüm altında boyun eğmeyen Berfinler tanık oldukları vahşeti hiç
unutmayacak ve bunun hesabını aldıkları her nefeste bir daha soracaklar.
Umudun ve direnişin sembolü olan Berfinler AKP faşistlerinin kirli
yakalarını bırakmayacak. AKP çetesi terörist ilan ettiği herkesi vursa
da, zindanlara doldursa da umudun ve direnişin sembolü olan Berfinlerin,
Azadların elinden kurtulamayacak.
Bizim gördüklerimizi AKP çetesi ve devletin yüce makamları görmüyor mu?
Görmemeleri mümkün mü? Elbette değil ve bu konuda bizim bilmediğimiz
gerçekleri de yani işledikleri tüm suçları-katliamları da çok iyi
biliyorlar. Ama onlar artık suçluların telaşıyla hesap vermekten
kurtulma derdindedir. Kürdistan’da ve Bodrum’dan Hopa’ya her yerde
işledikleri cinayetlerin hesabını vermekten kurtulmak istiyorlar.
Erdoğan BDP liderlerini bombalatır ve dövdürürken bir yandan da HAS
parti, BBP vd. sağcı kırıntıların peşine düşüyor. Açıkça yeni bir MC
(Milliyetçi Cephe) yani 3. MC oluşturmaya çalışıyor.
Bunu sadece “ilk turda kuvvetli cumhurbaşkanı seçilmek hevesiyle”
açıklamak yetersiz kalır. O Kürt soykırımını sonuna kadar sürdürmek ve
Kürt halkına boyun eğdirmek hayaliyle yaşıyor. Sadece Kuzey Kürdistan
halkını değil bütün parçalardaki Kürt halkını da kontrolü altına almak
istiyor. Özellikle Suriye’deki kargaşadan sonra Güney batı Kürdistan
halkının özgürlük atılımı Ankara’nın da uykusunu kaçırmışa benziyor. AKP
çetesi, Kürt halkının özgürlük yürüyüşünü durdurmak istiyor. Kürt halkı
ise her türlü sömürgeci-ırkçı statükoyu yıkarak özgür bir gelecek
istiyor. Bütün ezilenlerin birliğini, ortak mücadelesini ve kurtuluşunu
savunuyor. AMED halkının ortaya koyduğu gerçek budur.
AKP çetesi inkar ve imhada inat ederse Berfinler, Azadlar ve arkadaşları
AKP çetesini tükürükle boğacaktır. Kemal Pirler, Hayriler, Akifler,
Aliler binlerce özgürlük şehidi Berfinlerle, Azadlarla her yerde yaşıyor
ve özgürlük için savaşıyorlar. 14 Temmuz AMED fotoğrafındaki “küçük
terörist kız” özgürlük cephesinin zaferini ilan ediyor.
Özür Dilemek Asıl Zor Olan
İlişki samimiyse,
kırma/kırılma ihtimali de büyüktür. Sevgilimizi, ailemizi, dostumuzu
kırarız hep. Eğer kıymetliyse ilişki, harcayıp gitmek olmaz. Hata
bizdeyse özür dilemeden olmaz. Birinci aşama; insanın hatalı, hem de çok
hatalı olacağını yürekten kabul etmesi. "Yürekten" diyorum. Çünkü her
şeyi söylemesi kolay. Mesele, onu içinde hissedebilmekte.
Burada hepimizin düştüğü tuzak da normalde öyle biri olmadığımız için
sinirlendiğimizde ya da kırıldığımızda öyle şeyler yapamayacağımızı,
söylendiği kadar kalp kırmış olmayacağımızı sanmamız. Halbuki kırılınca,
incinince, sinirden gözü dönünce herkesin kendisinden başka birine
dönüşebilme ihtimali var. Kendini tutmayı, törpülemeyi bilse!..
Sarf edilen cümle için ardından onlarca cümle kurma zorunda kalmayı ise
kimse istemez. Bunlar baş ağrıları verir insana, bıkkınlık verir. Ama
insanız. Eşer beşer yine yaparız. Zıtlıklar eşit derecede gerçektirler,
düşündünüz mü hiç ?..
Zoru-kolayı yok bunun. Kolayı; her şeye rağman konuşmak.
Zoru; dolanbaçlı yollardan geçerek kurgulanmış cümlelerle konuşmak. Onun
bu yolu seçmesinin nedenini dinleme zamanının geleceğini hesaplamak.
Zoru; keskin sirke gibi yanmak içten içe. Aslında kendinde hata olduğunun farkına varmak.
Kolayı; "İnsanım, hata yapabilirim."
Zor olanı bir kenarda karşıdan gelecek adımı sabırla bekleyip tırnaklarını yiyerek beklemek.
Kolayı; İlk adımı atmanın karekterinden bir şey eksiltmeyeceğini anlamak. Yok, gurursuz olmak değil, asla.
Hakkını sonuna kadar savunmak gerekirse; ama O'nu dinlemeye de zaman
ayırmak. Zor olan, sonradan pişman olmak. Kolayı; pişmanlıkla işi
olmamak...
Daha önce de hep yazdığım ve söylediğim gibi hayatı kolaylaştırmak ve
mümkün olduğunda net yaşamak gerekir. İstiyorsak bunu da yapacak
olasılıklar elimizde, hayatı kolaylaştırmak için. Değerlerinizin
değişmesine izin vermeyin.
Ne dejenere et, ne de dejenere ol.
-Sinem ÖZGÜR-
Otarşik Jüristokrasi
Türkiyede hukuk görüngüsünün nasıl olup adalet ekseninde çıkıp, kurucu ideoloji savunan bir yapı haline geldiğini hergün sayısız örneklerle yaşıyoruz. Yargıtay ve danıştayın 27 Nisan 2007 günü TSK'nin yaptığı e-muhturayla neredeyse birebir aynı özellikleri taşıyan "muhturalar" yayınlamasını içime sindiremiyorum. Bu muhturalar, "yargı bağımsızlığı" denilen; ama yargının bizzat farkında olduğu "bağımsız olmama" durumunu "hukuki erdem" ve güya "dik duruş, eleştiri hakkı" çizgisinde savunmakta ve Anayasa Mahkemesi ne göz kırpmakta.
Akp, bu ülke için ne kadar büyük bir kambursa, aynı şekilde demokrasi ve hukuktan nasibini almamış yüksek yargı kurumları da birer kamburdur. Demokratlığı sadece kendisine olan Akpnin savunduğu "demokratik söylem" ne kadar değersizse, hayatı boyunca demokrasi ihtiyacı içinde bulunmamış yargı. Şemdinli olayında savcıyı iki günde alaşığı eden anlayışın, nasıl bir anlayış olduğunu, hukukun esamesinin bile okunmadığı Bülent Ersoy'un "halkı askerlikten soğutma" abidik gubidik iddianamesinde görülebilir. Yargı bağımsızlığı diye bas bas bağıran yargı kurumlarının ne kadar bağımsız olduğu tüm toplum tarafından bilinmektedir. Hatta bu durum bir çarpıklık olarak görülmeyip içselleştirildiğinden dolayı, "siyasi çevrelere yakın olmak", "içeride adamı olmak" ya da "bizim çocuklar" kavramları bir güç simgesi haline dönüşmüş durumda. Bu durumda, yazılı hukuka uygun adil karar verme sürecinin içine düştüğü gerilimli paradoks. Dolayısı ile hukuk ve buna bağlı olarak yargı, ideolojik örgütlenmenin torna tezgahında duran yontulmamış bir kütükten öteye gidemiyor.
Vakti zamanı geldiğinde sosyolojik tespit ve yorum zorunluluğu bulunan yargı kurumlarının bu tip çözümlemeler sırasında ideolojinin dikenli telleri ve nöbetçileri ile belirlenmiştir. Sağlıklı bir değerlendirmeye yer yoktur bu topraklarda. Bu koşullar altında sınırları, 12 Eylül tarafından yapılandırılan bir yasal zeminle çizilen ( sanki ) 'Türkiye Demokrasisi', varlığı tartışmalı bir olgudur ve görüngülüdür. Tanımlı bu özgürlük alanını ise yöneten bellidir. Hamaset masasının tüm inceliklerini ortaya koyan "Otarşik Jüriktokrasi." Bu über örgüte bağlı "Akıl adamları'nın," kendilerini ve dolayası ile aidiyet içinde bağlı oldukları kurumlarını demokrasinin üstünde konumlamaları ve hiçbir zaman sonlandırmak istemedikleri dev bir ahtopota benzeyen iktidarları bütün bu kavganın temelinde yatandır. "Güç" ve "öteki..."
-Sinem ÖZGÜR-
HALK VE EKMEK
Halkın yaşamındaki, kültüründeki ve dilindeki en önemli konulardan
biridir ekmek. Halk ekmek için çalışır, emeğinin hakkını arar, ekmeğe ve
adalete doyacağı günlerin hayalini kurar.
Ekmek önemlidir, çünkü daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren insanın
yaşaması için gerekli olan besin ekmekte somutlanmıştır. Gerçek
anlamıyla sadece ekmek ile beslenmek dün de vardı, bugün de var. Hatta
ekmeği bulamayan, zorla emeği ve ekmeği yağmalanan -açlık çeken-
milyarlar var.
Dünya halklarından kimisi buğday, kimisi mısır-çavdar ekmeği yer ama
sonuçta ekmeğin halkların yaşamında ortak bir değeri, kutsallığı vardır.
Halkların kültürü ve gelenekleri yaşamının içinde şekillenmiştir. Ekmek
konusundaki kültür ve gelenekler de böyledir. Halklar için ekmek
yalnızca bir besin maddesi olmamıştır hiçbir zaman. Nice isyanlar
egemenlerin halkın ürününe, yani ekmeğine el koyması ile, göz koyması
ile başlamıştır.
"Eken de yok, biçen de yok.
Yiyen de ortak Osmanlı" diyen halk emeğine-ekmeğine sahip çıkmak için Osmanlı'ya karşı isyan bayrağı açmıştır.
Halk açlıkla, acıyla, yoklukla öğrenmiştir ki ekmeğine sahip çıkmamanın
sonu kıtlıktır, kıyımdır, ölümdür. Böyle olduğu içindir ki sınıflar
savaşı bir yanı ile ekmek kavgası olarak sürmüştür. Ne arpa ekmeği ile
zorla Mısır piramitlerinin yapımında çalıştırılan kölelerin isyanı
unutulur ne de "öşür ve mültezim" (*) zulmüne Anadolu halklarının
isyanları.
Halk emekçidir, sabırlıdır. Ekmeğini emeği ile kazanıp yaşamayı mutluluk
ve onur bilir. Gün doğmadan tarlasına koşar, işinin başına geçer.
Gece-gündüz demez çalışır tarlada, tezgahta, fabrikada. "Ekmeğini taştan
çıkaracak" kadar emekçi ve sabırlıdır. "Ekmeğini aslanın ağzından
alacak" kadar da cüretli ve kararlıdır. Yemini yine ekmek üzerinedir.
Çünkü ekmek en çok değer verilen-kutsal görülendir. Eğer bir haksızlığa
uğramışsa, emeğinin karşılığı verilmeyip çalınmışsa "Ekmeğimle
oynamayın" der sınıf kini ile. Bilir ki "oynanan" çocuklarının
geleceğidir, rıskıdır. Eğer "oynanmışsa" halkın ekmeği ile, artık bir
"ekmek davası" bir "ekmek kavgası" başlamıştır halk için. Mücadele
edilecek, savaşılacak ve mutlaka kazanılacaktır bu haklı "Ekmek davası."
Halk için mutluluk ve huzur ekmeğin bol olmasıdır. En büyük korku ve
kaygı ekmeğe muhtaç hale gelmektir. Geçmişten geleceğe halk ekmeğe ve
adalete doyacağı günlerin hayalinin peşindedir. Umudu asla bitmemiştir.
Bilir ki ekmeğin bol olması için sömürücülerin yok olması gerekmektedir.
Bugün halkın alınterini, emeğini, sömürüp, kanını döküp saltanat
kuranların saltanatı yıkılmadan halkın ekmeğe doymasının, açlıktan
yokluktan ve zulümden kurtulmasının yolu yoktur. Halkı bayat ekmek
kuyruklarına, sadakaya mahkum edenler, halkın emeğini sömürmekle
yetinmeyip inancını da sömürenler halkın biriken öfkesini de mutlaka
göreceklerdir.
Halkın bilgeliği, bilinci ve sınıf kini bu zorlu hayatın içinde
oluşmuştur. Halk ziyafet sofraları kuranları da görür, çöpten ekmek
toplayanları da. Sömürüyü ve zulmü de görür, bu düzene direnenleri,
savaşanları da... Halk ne ekmeğinden vazgeçecektir ne adaletten ne de
geleceği için kavga vermekten.
Ekmeğin değeri, önemi ve kutsallığı halkın yaşamında çok somuttur. Yere
düşürdüğü ekmeği öpüp başına koyanları mutlaka görmüşüzdür. Aynı şekilde
halk öylesine bir yere atılmış ekmeği gördüğünde onu alır ve ayak
basılmayacak uygun bir yere koyar. Ekmek asla israf edilmez; bırakalım
çöpe atmayı, kırıntıları bile kuşlara atılarak değerlendirilmeye
çalışılır. Elbette tüm değerlerde olduğu gibi ekmek konusunda da
yozlaşma vardır.
Ekmeği çöpe atanlar da vardır, başka olumsuzluklarla kültürü dejenere
edenler de... Halk böylelerini de eleştirir, anlatır, kültürüne sahip
çıkar. Hele ki öyle önüne konan ekmeği beğenmeyeni, ekmeğin içini
yemeyeni, ekmeğin içini avucunda sıkma gibi, sağa-sola oyun olsun diye
atma gibi şeyleri hiç hoş karşılamaz, bırakalım eleştirmeyi, anlatmayı,
evinden kovar. "Ekmeğin değerini bilmeyen başka şeylerin de değerini
bilmez." diye düşünür. Ekmeğin tadını, kokusunu, güzelliğini en iyi onun
için emek veren, kavga veren bilir.
Ekmeği için direnen, kavgasını-mücadelesini veren halk açlığı da zulmü
vuran bir silaha çevirmiştir. Halkın öncüleri olan devrimcilerin
yarattığı açlık grevi ve ölüm orucu bugün halkların elinde etkili bir
direniş silahıdır. Örgütlü ya da örgütsüz hakkını arayan, ekmeğini
isteyen çeşitli halk kesimleri hakkını almak, ekmeğini kazanmak için
bedenini açlık grevine ve ölüm orucuna yatırmaktadır. Ekmeğe ve adalete
doyacağımız özgür yarınlara da yine kahramanlarımızın yolundan
ulaşacağız...
*öşür: Osmanlı İmparatorluğu döneminde köylünün ürününün belli bir miktarına el konulan vergi sistemi
*mültezim: Öşür toplayan görevlilere verilen isim.
PKK, Jet Lee ile mi anlaştı?
14 Temmuz mitinginin ilginç ve bilinmeyen sonuç-etkileri elimize geçmeye
devam ediyor. Kürt magazin servisinin verdiği bilgiye göre TOMA ve
Özdal Üçer’den litrelerce su yiyen Demirtaş ile Baydemir “tatile gerek
kalmadı” demişler… Yani bu yaz tatil yapmayacaklarmış.
**
Denk gelmişsinizdir. Erdoğan kendi kabinesinden bir bakanın dergisi olan
‘The Istanbul Review” dergisine röportaj vermiş ve en sevdiği 2 kitabı
tavsiye etmişti. Hiçbir zahmete girmeden o kitaplara ulaştım, şok oldum.
Çünkü "Bir Halk Savunmak" ve "Özgürlük Sosyolojisi" kitapları başucu eserleri imiş. Gerçi "Yol haritasını" da unutmamak gerek. İçeriden alır almaz günler, aylar sonra verdiler. Okudular da okudular.
Yeri değil ama değinmekte fayda var. Devlet Bahçeli’nin "Kerkük’te namaz kılacağım" ısrarı devam ediyor. Bunun manası şu: Pasaportuna "Kurdistan” damgası yiyecek. Ohh yess!
Artık ondan sonra Ankara’da kendini asar mı ne eder bilmiyorum. Siyaset gerçekten garip ha!
**
CHP’li Muharrem İnce "Komşularla sıfır sorundan sıfır komşuya geldik. Suriye Kürdistan’ı da geliyor"
demiş. He gelmiş nolmiş? Zoran gitti bremin? Zimbamve Kurdistan’ı
geliyor sen hala Suriye’de kaldın… Otur yerine, elınnn indir êle qonış
Muharrem!…
**
Geçen hafta Takvim gazetesinin ahırda omurilik spazmına uğradığı belli
olan editöryal başarısına ne demeli? Adamlar manşetten mayın ile
helikopterin düşürüldüğünü yazmış…
Havada kurulan mayın teknolojisi nasıldır bilmiyorum. Jet Lee’nin bir filmi vardı,
adamlar karşı karşıya gelip savaşmadan gözlerini kapatıyorlardı. Beyin
üzeri felsefik olarak savaşıyorlardı. Demek ki bu helikopterde böyle
bişi ile şey edildi… Galiba yani demek bu film izlenmiş ve Lee abimiz
Kandil’e de gelip eğitim vermiş…
**
Aşağılık sistemin larva kurumları her gün yeni bir laneti Kürdün üzerine salıyor. En son örneği de Ceylan Önkol’un raporu.
3 yıl aradan sonra hazırlanan MKE raporuna göre “Ceylan mühimmatı
kendisi patlatmış”… Gel de patlama ha! Gel de kafanı taşa vurma…
Yani bu adamlara göre yıllardır sayıları bine yaklaşan Kürt çocuk ölümlerinin hiç biri devlet tarafından öldürülmedi.
Canan kendini panzerin üzerine atmış.
İbrahim Bismil sokaklarında zorla silahı üzerine çevirip, ölü bedeni yerde iken zorla dişlerini tekmeletmiş.
Uğur 1 kurşun yetmeyince rica etmiş 12 tane daha…
Berivan Koşuyolu parkında annesi ve kardeşleri ile giderken termosta ki
bombayı biliyordu ve inatla yaklaştı da kendisi patlattı mühimmatı…
Kürt çocuğu işte. Ne ister devletten arkadaş? !!!
**
Bir gemi 1 yıldır “hava muhalefeti” ile çalıştırılmıyor. Koster’de bozuk…
Yani düşünün Kürt sorunun çözümü neredeyse bir koster’e kilitlenmiş durumda.
Ben duyarlı STK’ların yerinde olsam, hemen bir kampanya başlatır. Para
toplar gider bırak gemiyi bir tane yat alırdım. Ve dikerdim imralı’nın
önüne. Al sana koster mostersiz, de hadê ne edeceksen et diye. Neticede
bu rezillikler ileri de TR’nın imajına çokça katkı yapacağı kesin… Az
akıl ya rab az, sadece böle bir qıtık ha…
**
Bu aşırı sıcaklara dair fikri olan ya da kosmos hakkında fikir belirtmek
isteyen var mı? Lütfen öne çıksın. Çıkamıyorsun, sıcaktan yemiyor değil
mi! E diyoruz çok sıcak, inanmisiz!
**
Gittikçe yaşlı olan ve dökülen hücreleri ile göz dolduran xoşewîst
Hüseyin Gülerce, ki kendisi Fethullah Gülen’in sağ kolu diye tabir
ediliyor, Büşra Ersanlı’ya “Siz bize sahip çıkmıştınız zamanında, ama
biz sahiplenemedik sizi” diye itirafta bulundu geçen hafta. Aferin
diyoruz. Bu kadar büyük bir insanlık örneği ile umarım utanç
denizleriende yüze yüze Amerika’ya varırsın… Bizim buraların deyimi ile
“Quranime yazıxim gelî bazen” size…
**
Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’ndeki Tell Tayinat höyüğünde, Hitit Kralı 2.
Şuppiluliuma’ya ait 3 bin yıl öncesine dayanan bir heykel bulunmuş.
Haber sitelerinde bulunan heykel ile beraber Kültür bakanı Ertuğrul
Günay’ın da boy boy fotoğrafları görünce korktum…
Çünkü kesin Kral 2. Şuppiluliuma AKP’lidir. Kesin Hititler zamanında AKP
gençlik kolları başkanlığı yapmıştır… İki gözümdür, yürü beaaa…
**
Kürtçe isimlere yargının geçit vermemesine AK Partili D.Bakır vekili
İçten tepki göstermiş “Yargı demokrasi ve özgürlüklerin önünde engel.”
Diyerek. Yoxx lo!! Ne engeli Cuma!?
Her şey gullik gülistanlık. Senin yanlışın olmasın. Hem sen silah
ticareti ile uğraşsan, olası ihaleler ve satışlar durmasa diyorum hani…
Kürtçe x, w, q’dan sana ne ha?
O kadar samimisiniz ki, evde anneniz ile konuştuğunuz satırları meclise
gelince yerin dibine gömüyorsunuz. Sizsiniz, benliğiniz ve
kişiliğinizdir o yer altına inen. Boşuna tırro vırro çıkışlar yapma
bence. Kimse yemi… Sende bizi yeme, orucun bozulur ha…
Özgür Amed
Kaynak: Yüksekova Haber
67. Yıldönümünde Hiroşima ile Nagazaki'yi Unutma!
Akıllı Binanın Kustuğu Yaşamlar
Tek bir yangın, burjuva sınıfın onlarca gizemini nasıl da açığa çıkarıyor?
Beşiktaş'taki o dev binanın önünden defalarca geçtiniz, kim bilir?
İstanbul'un orta yerinde, Boğaz'a nazır bu tepede, gökyüzüne kara bir
mezar taşı gibi yükselen binanın içinde, herhalde bürolar, işyerleri
olduğunu düşündünüz, sadece bürolar bu kadar soğuk ve kişiliksiz
olabilirdi. Üstelik, dünyanın en güzel manzaralarından birine sahip olsa
da, tek bir balkon, tek bir açık pencere göremezdiniz.
Sonra bir gün, bir yangın çıktı ve akıllı bina içindekileri kustu ve
1500 insanın bu binayı ev olarak kullandığı öğrenildi. Ama nasıl bir ev
hayatıydı ki bu, dünyanın en güzel manzarasını balkonsuz, açılmayan kara
camlar ardından izliyordu. Sahi, yangından kaçan tek bir çocuk gördünüz
mü o binada?
Cesetlere Yuvalar
Bir zamanlar, sermaye hükümetinin yanında, burjuva sınıfın toplumsal bir
rolü de vardı. Sergilemekten gurur duyduğu lüks yaşamıyla, ezilenlerin
yutkunarak ama sınıf atlama özlemiyle baktıkları bir rol modeli olma
işleviydi bu. Burjuvazi henüz, toplumun vazgeçilmez bir parçası olduğunu
ve sistemini de meşruiyetini savunabilecek olduğunu rahatlıkla ilan
edebiliyordu. Herkesin görebileceği bir yerde muhteşem köşkler, kapının
önünde dizili arabalar, çoluk çocuk mutlu bir aile görüntüsü; hepsi de
servete toplumsal saygı kazandırabilmek içindi.
Ama işlerin tersine dönmesi uzun sürmedi. Sermaye biriktikçe, sefalet
yayıldı, sınıf bilinci derinlik kazandı. Ve emekçiler artık servet
karşısında gıpta ve saygıyla değil, dişlerini gıcırdatarak durmaya
başladılar. İşler bu aşamaya varınca, burjuvazinin yaşam tarzı
sergilenen değil, saklanan oldu. Ve dahası, kendi varlık ve işlevinin
vazgeçilmezliğine kimseyi inandıramaz oldu. Burjuvazi kara bir mezar
taşı gibi yükselen rezidanslara taşındı, yeraltında kurulu
otoparklardaki kara camlı jiplere bindi ve ancak paparazzilerin
teleobjektifleriyle yaklaşabildikleri mekanlarda boy gösterdi.
Nasıl bir yaşam ki bu, balkonsuz kara camlar ardına gizlenmiş, gideceği
bankayı, marketi, mağazayı yine bu binaların içinde kurmuş ve de
çocuklardan uzak. Nasıl bir korkudur ki bu, hiçbir yerde hiçbir adımda
başka sınıfın insanlarıyla yan yana gelmeme gayretkeşliğine milyonlar
harcanır. Kuşku yok, o kara camlı balkonsuz binaların içinde burjuvazi,
kimseye göstermek istemediği bir yaşam sürüyor: Çürümüşlüğün, fuhuşun,
suçun ve işret çukurunun dibinde eşelenen bir yaşam.
Burjuvazinin Gizli İğrençliği...
Garsoniyer denirdi eskiden; burjuvazinin örnek aile yaşamı dışında,
gönlünce işrete gömülebileceği ikinci bir ev açardı kendine. Bir
yangınla ortaya çıktı ki, İstanbul'da böyle yüzlerce rezidansla seri
üretim garsoniyer hizmeti veriliyor.
Pek saygın burjuvaların pek övülen akıllı yatırımlarıyla. Bir zamanlar
Manukyan vardı, genelev patroniçesi, vergi rekortmeni, herkes ne iş
yaptığını bilirdi, o da kendini saklamaz; “Vergimi veriyorum” derdi.
Şimdi, en saygın burjuvalar rahmetlinin işini, en lüks mekanlara, dev
binalara taşımış.
Ama burjuvaziye karşı ahlaki suçlamalar kısırdır her zaman. Servetleri
biriktikçe çürüyorlar, korkuyorlar, hepsi bu. “Varoşlardan gelip
boğazımızı kesecekler” demişti Sakıp Sabancı. Bu sınıf korkusu, tank
gibi ipler, elektrikli tellerle çevrili siteler, balkonsuz, camsız
akıllı binalar yarattı. Toplumdan yabancılaşan, varlığını, işlevini
vazgeçilmez gösterebilme umudu kalmayan; varoluşsal sorunlara gömüldükçe
yaşamını ancak aşırı uçlarda tatmin edebilen bir sınıf bu. İspanyol
asıllı Fransız yönetmen Luis Bunuel, 1972'de “Burjuvazinin Gizli
Çekiciliği” filminde, derdi zoru karnını doyurmak olan üç zengin ailenin
mekanlara sığmaz açgözlülüğünü hicvetmişti. Şimdi, mekanlara hapsolmuş
bir iğrençlik ve korkunun filmini olsa olsa Hitchcock çekebilir.
Hamam böceklerinin uyumu
Birgün öğrenci arkadaşların evinde kalıyorum, yıkık dökük gecekondu evi.
sohpetler, tartışmalar falan derken su içmek için kalktım mutfağa
gittim içtim suyumu baktım dışarıya açılan bir kapı... açım kapıyı dört
tarafı duvarlarla çevrili üstü açık bir alan dedim hah burada sigara
içilir. içeriye girdim sigaramı ve çayımı aldım çıktım bir sandalyeye
oturdum. derken baktım birkaç atılacak, eski eşyanın konulduğu yerden
çıtırtılar geliyor. eşyaların arasından(çoğunuz iğrenebilir ama) sevimli
mi sevimli, küçük mi küçük bir fare çıktı. o bana bakıyor ben ona
bakıyorum. Hafif dikeldi beni tartıyor acaba ne yapacağım diye. 'yahu
benden sana zarar gelmez korkma' diye geçiriyorum içimden. zararsız
olduğumu anladı sağa sola bakınmaya başladı. sonra etrafta zamk sürülmüş
kartonlar gördüm 'bizim hainler' tuzak kurmuşlar.
kalkayım korkutayım da tuzağa gelmesin hayvancağız diye doğruldum ben
doğrulur doğrulmaz kartona doğru kaçtı yapıştı zakmka eyvah dedim
hayvancağız viyak viyak bağırmaya başladı kıpırdayamıyor. o viyakladıkça
benim içim gidiyor. düşündüm ne yapabilirim nasıl kurtarırım diye.
kaynarsu ile çözmek bile geçti aklımdan yok yok yok... sonunda tek
çarenin öldürmek olduğunu kabullendim kartonun köşesinden tuttum
dışarıya götürdüm bir taş aldım...sektirmemem lazım bir vuruşta bir
vuruşta bitmeli bu iş dedim yapamadım... öylece attım çöpe hayvancağız
hala bağırıyor sesi hala kulaklarımdadır. eve girdim geçtim salona olayı
arkadaşlara anlattım bütün gece güldüler
yarı manyak portresi biçiminde otururken hayvanlarla ilgili
gözlemlerimi anlatmaya başladım ilgilerini çekti arkadaşların başladım
hamam böceklarini anlatmaya :
bakın arkadaşlar (benim çok sevimli bulduğum) hamam böcekleri çok
disiplinli hayvanlardır. birgün bir sabahçı kahvesinde oturuyorum saat
sabahın altısı mı ne kanalizasyon kapağı var az ilerde bir boşlukta iki
tane anten etrafı yokluyor diktim gözlerimi hemen. antenler etrafı bir
müddet yokladıktan sonra kafa çıktı piyasaya antenler kırbaç gibi
sallanırken etrafta inceleniyordu. neyse uzatmayayım. derken lider hamam
böceğinin sağında üç solunda üç anten göründü. onlarda etrafı
yokluyordu. bir müddet sonra lider tamamiyle dışarı çıktı. tabi sağında
ve solunda kilerin de kafası göründü. içimden yahu bu nasıl bir uyum
diye geçirdim. hatta merak ettim şu anda liderleri ölse ne olur. gidip
öldürmek geçti içimden kıyamadım. tahminimce dağılır içeri girerlerdi ve
liderlik görevini başkası devralırdı yeniden çıkarlardı. her neyse
lider 5 cm ilerlerledi sağ ve sol tarafındakilerde çıktı. arkadan
onlarca anten göründü. derken yüzlercesi aynı uyumla yaklaşık kırk
dakikada ortaya çıktı. kahveci çay getirdi oda gözlemlemiş olacak
İçanadolu şivesiyle ne oldu tanıştın mı bizimkilerle dedi güldü ve
gitti. tekrar dönüp baktım birkaç tanesi dışında yok gitmişler...
sayemde bütün gece bu ve buna benzer olayları konuştuk.
bir gün sonra çok sevdiğimiz bir abimiz espirili bir dille arkadaşın
birine sordu -ne yaptınız teorik olarak derinleşebildiniz mi ?
arkadaşın cevabı - abi arkadaş bizi hamam böcekleri ve fareler konusunda
çok donanımlı hale getirdi bir sonraki konumuz karafatmalar onları da
öğrendik mi hiçbir sorunumuz kalmayacak
İspanya’nın Tahrir’i
15 Ocak 2012 Pazar
