Diyarbakır Amed Midir?

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Eğer bir şehir üzerinde diğer bütün etkenlerden öte, siyaseten bunca duruluyorsa, siyasetin etkili, etkisiz bütün aksesuarları, aktörleri kullanılarak şehir zorba muktedirlerce ele geçirilmek isteniyorsa; şehrin doğal mecrası üzerinden kendine uygun akışlar yaratması, kendi muhalefetini kendi içinde üretmesinden daha doğal bir durum olamaz.

Hele hele adı geçen şehir, sıradan bir şehir olmayıp adeta iktidar olmanın üzerinde muhasebesinin yapıldığı, bölge üzerinde etki gücü ve belirleyiciliği hayli yüksek bir şehirse bu daha anlaşılır oluyor.

Diyarbakır'ın binlerce yıl evvelinden adının "kurtulmuş" anlamına gelen "Omid-Amid" olduğu yıllardan bu yana bu hep böyle olmuştur. Tarihe adını ve yaptıklarını bırakmak isteyenler, şehri adeta isimleriyle anmak istemişlerdir.

Bu Milat öncesi 40'lı yıllarda Birinci Dikran Krallığını kurup şehre "Dikranagerd-Tigranagerd" adını koyan kral döneminde de, Bekir Bin Vail adına izafeten "Dîyarbekr" adı konulan dönemde de böyle olmuştur.

1920'li yıllarla birlikte cumhuriyet, Türklüğü ve bakır tenli insanların diyarı mana ve ehemmiyetini pekiştirmek için olsa gerek "Diyarbakır"ı uygun bulmuş.

Kürtler ise Med atalarına izafeten "Amed" ismini yakışır bulmuşlar.

Asur Kralı Adad Nirari'den kalma kılıcın kabzasına nakşedilmiş Amid isminden bu yana isimler değişmiş, ama kılıcın kabzasından damlayan kan kesilmemiş. Toprağı sulamış durmuş. Kanla sulanan toprağın hak talepkârlığı her daim gündemde olmuş.

Bütün bir cumhuriyetin seksen küsur senesinin çoğunu sıkıyönetimler, tek partiler, olağanüstü haller gibi baskıcı zulümkârlıklar altında yaşayan Diyarbakır ve hinterlandı, hesaplaşmanın da yüzleşmenin de adeta arenası olmuş. Bu sebeple cumhuriyetin erk sahibi bütün egemenleri sürekli Diyarbakır üzerinden etkili kelamlarını söyleyegelmişler. Ve hep Diyarbakır'ı özellikle istediklerini beyan etmişler. Ama Diyarbakır; "Harcı, acıyla, kanla, zulümle, kinle" ve elbette dirençle karılmış şehir hep direnmiş.

Egemenlere karşı direncin nirengi noktası, mihenk taşı olmuş. Zaptetmek isteyenlere "nanik yapmış", sürprizlerini paylaşmış bir şehir.

Bu sebeple Diyarbakır'ı anlamak sahiden zordur.

Diyarbakır'ın ruhuna nüfuz etmek gerek.

Daha dün son bir cümle ile "sizce Diyarbakır nasıl anlatılır?" diye soranlara: "Diyarbakır anlatılmaz ve yazılmaz! Ne anlatılır ve yazılırsa bir eksik kalır. Ancak yaşanır" demem bundandı.

Bu noktadan baktığımızda Diyarbakır üzerinde odaklaşarak sesini dünyaya duyurmaya çalışan Kürt siyasetinin 14 Temmuz 2012 tarihi itibariyle devletçe izin verilmeyen Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) "Özgürlük İçin Demokratik Direniş" Mitingi sırasında yaşananlar aslında şehrin ve halkın, yani Diyarbakır'ın ve Kürt Halkının tarih boyunca yapageldiklerinin tipik bir tekrarıdır.

Diyarbakır "Alternatif Muhalif Metropol" bir şehirdir. Başkalarının izinden yürüyen değil, kendi izleğini yaratan bir şehirdir. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bilcümle Kürdün siyasal ve demokratik kâbesidir. Diyarbakır üzerinden böyle bir demokrasi kalesi var olduğunu dünya âleme duyurmaya / anlatmaya çalışan demokratların da yüz ağarıdır Diyarbakır.

Bütün bu açılardan izin verilmemesine rağmen Kürt siyasetinin en üst temsiliyetinin ispatı vücuduyla 14 Temmuz 2012 günü Diyarbakır İstasyon Meydanında gaza, toza, beze ve boyaya karşı, "silahsız-külahsız" Kürdün demokratik direniş hakkını kullanması gerçek manada bir hakkın dünya âleme ayan beyanıdır.

Peki, bu hak dile getirilirken cumhuriyetin koyduğu ad'a adeta bir tavır alış olan Amed adı neyin simgesidir?

Evet, Amed adı yeni bir dilin ve varoluşun ötekileştirmeye rağmen hep varolan dile gelen adıdır.

O halde yazının başlığındaki "midir" artık gereksizdir.

Yani ez cümle Diyarbakır Amed'dir...

Şeyhmus Diken yüksekovahaber

Berfin mi?




Bu resmi koyduktan sonra bir şey yazmaya gerek var mı diye tereddüt ettim. Hangi yazı bugünkü durumu daha iyi anlatabilir? TV’leri işgal eden hangi uzman-azman takımının terörist-bölücülük lakırdıları bu kızın özlemlerini bastırabilir?

Tomaların, gaz bombalarının, panzerlerin arasında ayakta kalan ve direnen bu küçük kızın adı ne? Zilan mı, Dilan mı, Helin mi, Pelşin mi, Berivan mı, Zozan mı? Yoksa hiçbiri değil mi? Benim aklıma hemen herhalde BERFİN yani Kardelen olmalı düşüncesi geldi. Kar-buz tabakalarının, tankların, bombaların altında yok olmayan Berfinler baharla birlikte hepsini yarıp yeryüzüne çıkar ve doğayı süsler. Hiç bir zulüm-baskı onları yok edemez, hayattan koparamaz.

Memleketin bütün kalburüstü okur-yazar-siyasetçi-uzman-asker-emniyetçi-istihbaratçı takımı, her gün 24 saat “terörizm”i tartışıyor. Bu sözde bilirkişi takımı, sözde terör sorunu üzerine edilmedik laf, yapılmadık plan bırakmadı. Ama hepsi hüsranla ve bozgunla sonuçlandı. 14 Temmuz tarihinde çevreden getirip yığdıkları bütün güvenlik güçleriyle Amed halkına saldırdılar. Amed’deki devlet vahşetine dair resim ve görüntüleri herkes gördü.

Milletvekili, belediye başkanı ve kadın-çocuk demeden herkese saldırdılar. AKP’nin yasadışı vahşi gücü “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaptı”. Hatta öncelikle onları hedef aldı. Aldı da ne oldu? Yaptığı vahşetle hep lanetlenecek ve her yerde bunun hesabı sorulacak. O zulüm altında boyun eğmeyen Berfinler tanık oldukları vahşeti hiç unutmayacak ve bunun hesabını aldıkları her nefeste bir daha soracaklar.

Umudun ve direnişin sembolü olan Berfinler AKP faşistlerinin kirli yakalarını bırakmayacak. AKP çetesi terörist ilan ettiği herkesi vursa da, zindanlara doldursa da umudun ve direnişin sembolü olan Berfinlerin, Azadların elinden kurtulamayacak.

Bizim gördüklerimizi AKP çetesi ve devletin yüce makamları görmüyor mu? Görmemeleri mümkün mü? Elbette değil ve bu konuda bizim bilmediğimiz gerçekleri de yani işledikleri tüm suçları-katliamları da çok iyi biliyorlar. Ama onlar artık suçluların telaşıyla hesap vermekten kurtulma derdindedir. Kürdistan’da ve Bodrum’dan Hopa’ya her yerde işledikleri cinayetlerin hesabını vermekten kurtulmak istiyorlar. Erdoğan BDP liderlerini bombalatır ve dövdürürken bir yandan da HAS parti, BBP vd. sağcı kırıntıların peşine düşüyor. Açıkça yeni bir MC (Milliyetçi Cephe) yani 3. MC oluşturmaya çalışıyor.

Bunu sadece “ilk turda kuvvetli cumhurbaşkanı seçilmek hevesiyle” açıklamak yetersiz kalır. O Kürt soykırımını sonuna kadar sürdürmek ve Kürt halkına boyun eğdirmek hayaliyle yaşıyor. Sadece Kuzey Kürdistan halkını değil bütün parçalardaki Kürt halkını da kontrolü altına almak istiyor. Özellikle Suriye’deki kargaşadan sonra Güney batı Kürdistan halkının özgürlük atılımı Ankara’nın da uykusunu kaçırmışa benziyor. AKP çetesi, Kürt halkının özgürlük yürüyüşünü durdurmak istiyor. Kürt halkı ise her türlü sömürgeci-ırkçı statükoyu yıkarak özgür bir gelecek istiyor. Bütün ezilenlerin birliğini, ortak mücadelesini ve kurtuluşunu savunuyor. AMED halkının ortaya koyduğu gerçek budur.

AKP çetesi inkar ve imhada inat ederse Berfinler, Azadlar ve arkadaşları AKP çetesini tükürükle boğacaktır. Kemal Pirler, Hayriler, Akifler, Aliler binlerce özgürlük şehidi Berfinlerle, Azadlarla her yerde yaşıyor ve özgürlük için savaşıyorlar. 14 Temmuz AMED fotoğrafındaki “küçük terörist kız” özgürlük cephesinin zaferini ilan ediyor.

Özür Dilemek Asıl Zor Olan

İlişki samimiyse, kırma/kırılma ihtimali de büyüktür. Sevgilimizi, ailemizi, dostumuzu kırarız hep. Eğer kıymetliyse ilişki, harcayıp gitmek olmaz. Hata bizdeyse özür dilemeden olmaz. Birinci aşama; insanın hatalı, hem de çok hatalı olacağını yürekten kabul etmesi. "Yürekten" diyorum. Çünkü her şeyi söylemesi kolay. Mesele, onu içinde hissedebilmekte.

Burada hepimizin düştüğü tuzak da normalde öyle biri olmadığımız için sinirlendiğimizde ya da kırıldığımızda öyle şeyler yapamayacağımızı, söylendiği kadar kalp kırmış olmayacağımızı sanmamız. Halbuki kırılınca, incinince, sinirden gözü dönünce herkesin kendisinden başka birine dönüşebilme ihtimali var. Kendini tutmayı, törpülemeyi bilse!..

Sarf edilen cümle için ardından onlarca cümle kurma zorunda kalmayı ise kimse istemez. Bunlar baş ağrıları verir insana, bıkkınlık verir. Ama insanız. Eşer beşer yine yaparız. Zıtlıklar eşit derecede gerçektirler, düşündünüz mü hiç ?..
Zoru-kolayı yok bunun. Kolayı; her şeye rağman konuşmak.
Zoru; dolanbaçlı yollardan geçerek kurgulanmış cümlelerle konuşmak. Onun bu yolu seçmesinin nedenini dinleme zamanının geleceğini hesaplamak.
Zoru; keskin sirke gibi yanmak içten içe. Aslında kendinde hata olduğunun farkına varmak.
Kolayı; "İnsanım, hata yapabilirim."
Zor olanı bir kenarda karşıdan gelecek adımı sabırla bekleyip tırnaklarını yiyerek beklemek.
Kolayı; İlk adımı atmanın karekterinden bir şey eksiltmeyeceğini anlamak. Yok, gurursuz olmak değil, asla.

Hakkını sonuna kadar savunmak gerekirse; ama O'nu dinlemeye de zaman ayırmak. Zor olan, sonradan pişman olmak. Kolayı; pişmanlıkla işi olmamak...

Daha önce de hep yazdığım ve söylediğim gibi hayatı kolaylaştırmak ve mümkün olduğunda net yaşamak gerekir. İstiyorsak bunu da yapacak olasılıklar elimizde, hayatı kolaylaştırmak için. Değerlerinizin değişmesine izin vermeyin.
Ne dejenere et, ne de dejenere ol.


-Sinem ÖZGÜR-

Otarşik Jüristokrasi

Otarşik Jüristokrasi
Türkiyede hukuk görüngüsünün nasıl olup adalet ekseninde çıkıp, kurucu ideoloji savunan bir yapı haline geldiğini hergün sayısız örneklerle yaşıyoruz. Yargıtay ve danıştayın 27 Nisan 2007 günü TSK'nin yaptığı e-muhturayla neredeyse birebir aynı özellikleri taşıyan "muhturalar" yayınlamasını içime sindiremiyorum. Bu muhturalar, "yargı bağımsızlığı" denilen; ama yargının bizzat farkında olduğu "bağımsız olmama" durumunu "hukuki erdem" ve güya "dik duruş, eleştiri hakkı" çizgisinde savunmakta ve Anayasa Mahkemesi ne göz kırpmakta.

Akp, bu ülke için ne kadar büyük bir kambursa, aynı şekilde demokrasi ve hukuktan nasibini almamış yüksek yargı kurumları da birer kamburdur. Demokratlığı sadece kendisine olan Akpnin savunduğu "demokratik söylem" ne kadar değersizse, hayatı boyunca demokrasi ihtiyacı içinde bulunmamış yargı. Şemdinli olayında savcıyı iki günde alaşığı eden anlayışın, nasıl bir anlayış olduğunu, hukukun esamesinin bile okunmadığı Bülent Ersoy'un "halkı askerlikten soğutma" abidik gubidik iddianamesinde görülebilir. Yargı bağımsızlığı diye bas bas bağıran yargı kurumlarının ne kadar bağımsız olduğu tüm toplum tarafından bilinmektedir. Hatta bu durum bir çarpıklık olarak görülmeyip içselleştirildiğinden dolayı, "siyasi çevrelere yakın olmak", "içeride adamı olmak" ya da "bizim çocuklar" kavramları bir güç simgesi haline dönüşmüş durumda. Bu durumda, yazılı hukuka uygun adil karar verme sürecinin içine düştüğü gerilimli paradoks. Dolayısı ile hukuk ve buna bağlı olarak yargı, ideolojik örgütlenmenin torna tezgahında duran yontulmamış bir kütükten öteye gidemiyor.

Vakti zamanı geldiğinde sosyolojik tespit ve yorum zorunluluğu bulunan yargı kurumlarının bu tip çözümlemeler sırasında ideolojinin dikenli telleri ve nöbetçileri ile belirlenmiştir. Sağlıklı bir değerlendirmeye yer yoktur bu topraklarda. Bu koşullar altında sınırları, 12 Eylül tarafından yapılandırılan bir yasal zeminle çizilen ( sanki ) 'Türkiye Demokrasisi', varlığı tartışmalı bir olgudur ve görüngülüdür. Tanımlı bu özgürlük alanını ise yöneten bellidir. Hamaset masasının tüm inceliklerini ortaya koyan "Otarşik Jüriktokrasi." Bu über örgüte bağlı "Akıl adamları'nın," kendilerini ve dolayası ile aidiyet içinde bağlı oldukları kurumlarını demokrasinin üstünde konumlamaları ve hiçbir zaman sonlandırmak istemedikleri dev bir ahtopota benzeyen iktidarları bütün bu kavganın temelinde yatandır. "Güç" ve "öteki..."

-Sinem ÖZGÜR-

HALK VE EKMEK

Halkın yaşamındaki, kültüründeki ve dilindeki en önemli konulardan biridir ekmek. Halk ekmek için çalışır, emeğinin hakkını arar, ekmeğe ve adalete doyacağı günlerin hayalini kurar.

Ekmek önemlidir, çünkü daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren insanın yaşaması için gerekli olan besin ekmekte somutlanmıştır. Gerçek anlamıyla sadece ekmek ile beslenmek dün de vardı, bugün de var. Hatta ekmeği bulamayan, zorla emeği ve ekmeği yağmalanan -açlık çeken- milyarlar var.

Dünya halklarından kimisi buğday, kimisi mısır-çavdar ekmeği yer ama sonuçta ekmeğin halkların yaşamında ortak bir değeri, kutsallığı vardır.

Halkların kültürü ve gelenekleri yaşamının içinde şekillenmiştir. Ekmek konusundaki kültür ve gelenekler de böyledir. Halklar için ekmek yalnızca bir besin maddesi olmamıştır hiçbir zaman. Nice isyanlar egemenlerin halkın ürününe, yani ekmeğine el koyması ile, göz koyması ile başlamıştır.

"Eken de yok, biçen de yok.

Yiyen de ortak Osmanlı" diyen halk emeğine-ekmeğine sahip çıkmak için Osmanlı'ya karşı isyan bayrağı açmıştır.

Halk açlıkla, acıyla, yoklukla öğrenmiştir ki ekmeğine sahip çıkmamanın sonu kıtlıktır, kıyımdır, ölümdür. Böyle olduğu içindir ki sınıflar savaşı bir yanı ile ekmek kavgası olarak sürmüştür. Ne arpa ekmeği ile zorla Mısır piramitlerinin yapımında çalıştırılan kölelerin isyanı unutulur ne de "öşür ve mültezim" (*) zulmüne Anadolu halklarının isyanları.

Halk emekçidir, sabırlıdır. Ekmeğini emeği ile kazanıp yaşamayı mutluluk ve onur bilir. Gün doğmadan tarlasına koşar, işinin başına geçer. Gece-gündüz demez çalışır tarlada, tezgahta, fabrikada. "Ekmeğini taştan çıkaracak" kadar emekçi ve sabırlıdır. "Ekmeğini aslanın ağzından alacak" kadar da cüretli ve kararlıdır. Yemini yine ekmek üzerinedir. Çünkü ekmek en çok değer verilen-kutsal görülendir. Eğer bir haksızlığa uğramışsa, emeğinin karşılığı verilmeyip çalınmışsa "Ekmeğimle oynamayın" der sınıf kini ile. Bilir ki "oynanan" çocuklarının geleceğidir, rıskıdır. Eğer "oynanmışsa" halkın ekmeği ile, artık bir "ekmek davası" bir "ekmek kavgası" başlamıştır halk için. Mücadele edilecek, savaşılacak ve mutlaka kazanılacaktır bu haklı "Ekmek davası."

Halk için mutluluk ve huzur ekmeğin bol olmasıdır. En büyük korku ve kaygı ekmeğe muhtaç hale gelmektir. Geçmişten geleceğe halk ekmeğe ve adalete doyacağı günlerin hayalinin peşindedir. Umudu asla bitmemiştir. Bilir ki ekmeğin bol olması için sömürücülerin yok olması gerekmektedir. Bugün halkın alınterini, emeğini, sömürüp, kanını döküp saltanat kuranların saltanatı yıkılmadan halkın ekmeğe doymasının, açlıktan yokluktan ve zulümden kurtulmasının yolu yoktur. Halkı bayat ekmek kuyruklarına, sadakaya mahkum edenler, halkın emeğini sömürmekle yetinmeyip inancını da sömürenler halkın biriken öfkesini de mutlaka göreceklerdir.

Halkın bilgeliği, bilinci ve sınıf kini bu zorlu hayatın içinde oluşmuştur. Halk ziyafet sofraları kuranları da görür, çöpten ekmek toplayanları da. Sömürüyü ve zulmü de görür, bu düzene direnenleri, savaşanları da... Halk ne ekmeğinden vazgeçecektir ne adaletten ne de geleceği için kavga vermekten.

Ekmeğin değeri, önemi ve kutsallığı halkın yaşamında çok somuttur. Yere düşürdüğü ekmeği öpüp başına koyanları mutlaka görmüşüzdür. Aynı şekilde halk öylesine bir yere atılmış ekmeği gördüğünde onu alır ve ayak basılmayacak uygun bir yere koyar. Ekmek asla israf edilmez; bırakalım çöpe atmayı, kırıntıları bile kuşlara atılarak değerlendirilmeye çalışılır. Elbette tüm değerlerde olduğu gibi ekmek konusunda da yozlaşma vardır.

Ekmeği çöpe atanlar da vardır, başka olumsuzluklarla kültürü dejenere edenler de... Halk böylelerini de eleştirir, anlatır, kültürüne sahip çıkar. Hele ki öyle önüne konan ekmeği beğenmeyeni, ekmeğin içini yemeyeni, ekmeğin içini avucunda sıkma gibi, sağa-sola oyun olsun diye atma gibi şeyleri hiç hoş karşılamaz, bırakalım eleştirmeyi, anlatmayı, evinden kovar. "Ekmeğin değerini bilmeyen başka şeylerin de değerini bilmez." diye düşünür. Ekmeğin tadını, kokusunu, güzelliğini en iyi onun için emek veren, kavga veren bilir.

Ekmeği için direnen, kavgasını-mücadelesini veren halk açlığı da zulmü vuran bir silaha çevirmiştir. Halkın öncüleri olan devrimcilerin yarattığı açlık grevi ve ölüm orucu bugün halkların elinde etkili bir direniş silahıdır. Örgütlü ya da örgütsüz hakkını arayan, ekmeğini isteyen çeşitli halk kesimleri hakkını almak, ekmeğini kazanmak için bedenini açlık grevine ve ölüm orucuna yatırmaktadır. Ekmeğe ve adalete doyacağımız özgür yarınlara da yine kahramanlarımızın yolundan ulaşacağız...


*öşür: Osmanlı İmparatorluğu döneminde köylünün ürününün belli bir miktarına el konulan vergi sistemi
*mültezim: Öşür toplayan görevlilere verilen isim
.

PKK, Jet Lee ile mi anlaştı?

14 Temmuz mitinginin ilginç ve bilinmeyen sonuç-etkileri elimize geçmeye devam ediyor. Kürt magazin servisinin verdiği bilgiye göre TOMA ve Özdal Üçer’den litrelerce su yiyen Demirtaş ile Baydemir “tatile gerek kalmadı” demişler… Yani bu yaz tatil yapmayacaklarmış.

**
Denk gelmişsinizdir. Erdoğan kendi kabinesinden bir bakanın dergisi olan ‘The Istanbul Review” dergisine röportaj vermiş ve en sevdiği 2 kitabı tavsiye etmişti. Hiçbir zahmete girmeden o kitaplara ulaştım, şok oldum. Çünkü "Bir Halk Savunmak" ve "Özgürlük Sosyolojisi" kitapları başucu eserleri imiş. Gerçi "Yol haritasını" da unutmamak gerek. İçeriden alır almaz günler, aylar sonra verdiler. Okudular da okudular.

Yeri değil ama değinmekte fayda var. Devlet Bahçeli’nin "Kerkük’te namaz kılacağım" ısrarı devam ediyor. Bunun manası şu: Pasaportuna "Kurdistan” damgası yiyecek. Ohh yess!

Artık ondan sonra Ankara’da kendini asar mı ne eder bilmiyorum. Siyaset gerçekten garip ha!

**
CHP’li Muharrem İnce "Komşularla sıfır sorundan sıfır komşuya geldik. Suriye Kürdistan’ı da geliyor" demiş. He gelmiş nolmiş? Zoran gitti bremin? Zimbamve Kurdistan’ı geliyor sen hala Suriye’de kaldın… Otur yerine, elınnn indir êle qonış Muharrem!…

**
Geçen hafta Takvim gazetesinin ahırda omurilik spazmına uğradığı belli olan editöryal başarısına ne demeli? Adamlar manşetten mayın ile helikopterin düşürüldüğünü yazmış…

Havada kurulan mayın teknolojisi nasıldır bilmiyorum. Jet Lee’nin bir filmi vardı, adamlar karşı karşıya gelip savaşmadan gözlerini kapatıyorlardı. Beyin üzeri felsefik olarak savaşıyorlardı. Demek ki bu helikopterde böyle bişi ile şey edildi… Galiba yani demek bu film izlenmiş ve Lee abimiz Kandil’e de gelip eğitim vermiş…

**
Aşağılık sistemin larva kurumları her gün yeni bir laneti Kürdün üzerine salıyor. En son örneği de Ceylan Önkol’un raporu.

3 yıl aradan sonra hazırlanan MKE raporuna göre “Ceylan mühimmatı kendisi patlatmış”… Gel de patlama ha! Gel de kafanı taşa vurma…

Yani bu adamlara göre yıllardır sayıları bine yaklaşan Kürt çocuk ölümlerinin hiç biri devlet tarafından öldürülmedi.

Canan kendini panzerin üzerine atmış.

İbrahim Bismil sokaklarında zorla silahı üzerine çevirip, ölü bedeni yerde iken zorla dişlerini tekmeletmiş.

Uğur 1 kurşun yetmeyince rica etmiş 12 tane daha…

Berivan Koşuyolu parkında annesi ve kardeşleri ile giderken termosta ki bombayı biliyordu ve inatla yaklaştı da kendisi patlattı mühimmatı…

Kürt çocuğu işte. Ne ister devletten arkadaş? !!!

**
Bir gemi 1 yıldır “hava muhalefeti” ile çalıştırılmıyor. Koster’de bozuk…

Yani düşünün Kürt sorunun çözümü neredeyse bir koster’e kilitlenmiş durumda.

Ben duyarlı STK’ların yerinde olsam, hemen bir kampanya başlatır. Para toplar gider bırak gemiyi bir tane yat alırdım. Ve dikerdim imralı’nın önüne. Al sana koster mostersiz, de hadê ne edeceksen et diye. Neticede bu rezillikler ileri de TR’nın imajına çokça katkı yapacağı kesin… Az akıl ya rab az, sadece böle bir qıtık ha…

**
Bu aşırı sıcaklara dair fikri olan ya da kosmos hakkında fikir belirtmek isteyen var mı? Lütfen öne çıksın. Çıkamıyorsun, sıcaktan yemiyor değil mi! E diyoruz çok sıcak, inanmisiz!

**
Gittikçe yaşlı olan ve dökülen hücreleri ile göz dolduran xoşewîst Hüseyin Gülerce, ki kendisi Fethullah Gülen’in sağ kolu diye tabir ediliyor, Büşra Ersanlı’ya “Siz bize sahip çıkmıştınız zamanında, ama biz sahiplenemedik sizi” diye itirafta bulundu geçen hafta. Aferin diyoruz. Bu kadar büyük bir insanlık örneği ile umarım utanç denizleriende yüze yüze Amerika’ya varırsın… Bizim buraların deyimi ile “Quranime yazıxim gelî bazen” size…

**
Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’ndeki Tell Tayinat höyüğünde, Hitit Kralı 2. Şuppiluliuma’ya ait 3 bin yıl öncesine dayanan bir heykel bulunmuş. Haber sitelerinde bulunan heykel ile beraber Kültür bakanı Ertuğrul Günay’ın da boy boy fotoğrafları görünce korktum…

Çünkü kesin Kral 2. Şuppiluliuma AKP’lidir. Kesin Hititler zamanında AKP gençlik kolları başkanlığı yapmıştır… İki gözümdür, yürü beaaa…

**
Kürtçe isimlere yargının geçit vermemesine AK Partili D.Bakır vekili İçten tepki göstermiş “Yargı demokrasi ve özgürlüklerin önünde engel.” Diyerek. Yoxx lo!! Ne engeli Cuma!?

Her şey gullik gülistanlık. Senin yanlışın olmasın. Hem sen silah ticareti ile uğraşsan, olası ihaleler ve satışlar durmasa diyorum hani… Kürtçe x, w, q’dan sana ne ha?

O kadar samimisiniz ki, evde anneniz ile konuştuğunuz satırları meclise gelince yerin dibine gömüyorsunuz. Sizsiniz, benliğiniz ve kişiliğinizdir o yer altına inen. Boşuna tırro vırro çıkışlar yapma bence. Kimse yemi… Sende bizi yeme, orucun bozulur ha…

Özgür Amed

Kaynak: Yüksekova Haber

67. Yıldönümünde Hiroşima ile Nagazaki'yi Unutma!

Hiroşima'ya atom bombasının atıldığı 6 Ağustos 1945'ten bu yana tam 67 yıl geçti. Ama ne yazık ki insanlık, büyük çoğunluğu ABD ile Rusya Federasyonu'nun elinde olmak üzere binlerce nükleer ve termonükleer silahın bulunduğu bir ortamda yaşadığı günümüzde meydana gelebilecek kapsamlı bir nükleer savaşın eşi görülmedik, dünyanın her tarafını etkileyebilecek ve belki de bir tür olarak homo sapiens'in yokoluşuyla sonuçlanabilecek bir felâkete yol açabileceğini unutmuş gözüküyor. Aşağıdaki, 3-6 Ağustos 2005 tarih ve "60 Yıl Sonra:Hiroşima ve Nagazaki’de ABD Nükleer Terörü" başlıklı yazı ile ona ek olarak yazılan 8 Ağustos 2009 tarih ve "Hiroşima-Nagazaki 2009" başlıklı yazı, işte bu tehlikeli unutkanlığa karşı kaleme alınmışlardır.

Saint Just


Hiroşima-Nagazaki 2009
Garbis Altınoğlu, 8 Ağustos 2009

“Bu en korkunç anda Hiroşima’nın yüzde 60’ı yerle bir oldu. 1 milyon derece santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu.” (Joseph Siracusa, Nuclear Weapons: A Very Short Introduction/ Nükleer Silahlar: Çok Kısa Bir Giriş)

Hiroşima ile Nagazaki’ye atom bombası atılmasının üzerinden 64 yıl geçti. Ama bu konu insanlığın gündeminden düşmedi; en azından objektif olarak. Bu süre içinde, başta ABD ve SSCB/ Rusya gelmek üzere çeşitli devletlerin elinde bulunan nükleer silahların gerek sayısı ve gerekse tahrip gücü çok büyük ölçüde arttı. Bugün dünyada, büyük çoğunluğu bu iki ülkenin elinde olmak üzere onbinlerce nükleer ve termonükleer silah bulunuyor. Özellikle ABD ve Rusya, sahip oldukları nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeler sayesinde dünyanın hemen hemen her yerini vurma olanağına sahipler. (1) Öte yandan, nükleer silahlar sadece ilk patlama anında çok sayıda can almakla kalmıyorlar; bu patlamaların yol açtığı ve açacağı ölüm sayısı sadece radyoaktif kirlenmeye bağlı olarak onyıllar süren hastalıklara ve ölümlere de yol açıyor. 1986’da Ukrayna’daki Çernobil nükleer santralında meydana gelen kazanın, hatta 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının etkisiyle insanlar bugün bile hastalanmaya ve ölmeye devam ediyorlar.

Ne var ki, olası ve yüzlerce ya da binlerce atom ve hidrojen bombasının kullanılacağı büyük ölçekli bir nükleer savaş daha ilk başta yüzlerce milyon insanın ölümüne, savaşan ülkeler başta gelmek üzere tüm dünyada çok büyük bir maddi yıkıma, başta büyük kentler gelmek üzere yerleşim yerlerinin altyapı hizmetlerinin neredeyse tümüyle durmasına, olağanüstü boyutlara varacak olan hijyen, tedavi ve tıbbi yardım taleplerini karşılayamayacak hale gelecek olan sağlık hizmetlerinin çökmesine ve radyoaktif kirlenme başta gelmek üzere küresel bir çevre kirliliğine yol açacaktır. Dahası böyle bir savaşın, bildiğimiz biçimiyle insan uygarlığını ve hatta belki de homo sapiens’i, yani insanlığı yok etmesi sözkonusu olmasa bile onu çok gerilere savuracağı kesindir. Bilim adamları, böyle bir senaryonun gerçekleşmesi halinde doğal kaynakların hemen hemen tümünün radyoaktif kirlilikten etkileneceğini, nükleer patlamaların yol açacağı dev yangınların atmosferin üst katmanlarında oluşturacağı duman, is ve toz bulutunun güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasını engelleyeceğini ve dünya ikliminin hissedilir biçimde soğumasına yol açacağını (nükleer kış senaryosu) ve bunun da ormanlık alanları ve tarımsal üretimi çok büyük ölçüde azaltacağını ve insanlığı bir küresel açlığa mahkum edeceğini tahmin ediyorlar.

Hiroşima ve Nagazaki trajedisinden sonra, yani “Soğuk Savaş” döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında ve bugüne kadar nükleer silahların kullanıldığı bir savaşın yaşanmamış olması bu konuda bir rehavet duygusuna yol açmıştır. Öyle ki genel bir savaş tehlikesinin daha da büyük olduğu bugün, 1980’lerde olduğu gibi nükleer savaş tehlikesine karşı kitlesel bir barış hareketi bile yok. 1945’ten sonra nükleer silahların kullanılmamış olması, bundan böyle de bunun böyle olacağı anlamına gelmez. (2) Bu tümüyle sahte bir nitelik taşıyan güvenlik duygusunun esas nedeni, kitlelerin emperyalist burjuvazi ve onun uşakları tarafından sürdürülen belleksizleştirme sürecinin kurbanı olmasıdır. Bu operasyondan ilerici insanlığın da nasibini aldığı yadsınamaz bir olgu. Hafıza-i beşerin nisyanla malul olduğu, yani insan belleğinin unutkanlıkla sakatlanmış olduğu aksiyomu, ne yazık ki bu alanda fazlasıyla geçerlidir. Hiroşima-Nagazaki trajedisinin üzerinden 64 yıl geçmiş ve bu süre içinde pek çok yıkıcı savaş yaşanmış olmasına rağmen insanlığın, hatta ilerici insanlığın kısmi ya da genel bir nükleer savaş tehlikesinin bilincinde olduğu söylenemez. ABD halkının durumu ise içler acısı. Geçenlerde Quinnipiac Üniversitesinin yaptığı bir anket, ABD yurttaşlarının yüzde 61’inin Hiroşima ile Nagazaki’ye atom bombası atılmasını doğru görmelerine karşılık sadece yüzde 22’sinin bu eylemleri yanlış bulduğunu göstermişti. ABD okullarında okutulan ders kitaplarında hala, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının milyonlarca ABD askerinin canını kurtardığı hikayesi anlatılıyor. Başında Barack Obama’nın bulunduğu aynı ABD, bu yıl nükleer silahların geliştirilmesi için 6 milyar dolardan fazla para harcayacak.

Hiroşima-Nagazaki trajedisini unutmamak gerek; ama bu, sadece geçmişte işlenmiş olan korkunç bir savaş suçunu insanlığın kollektif belleğinden silme çabalarına izin vermeme kararlılığı olarak görülmemeli. Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra esen ya da estirilen sahte yumuşama havasının bir kaç yıl içinde dağılması, kapitalist-emperyalist sistem ayakta kaldığı sürece savaş tehlikesinin devam edeceği yolundaki Marksist önermenin ne denli doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Kabaca 2001’den bu yana ise, emperyalistlerarası çelişmelerin keskinleşmeye yüz tutması, gerek konvansiyonel ve gerekse nükleer alanda silahlanmanın yoğunlaşması, bir nükleer savaş tehlikesini daha da arttırmaktadır. Bugün bu tehlike, öncelikle dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABD’nden ve onun yakın bağlaşığı İsrail’den kaynaklanıyor. Ancak bunun yanısıra, nükleer silahların yaygınlaşması, “küçük-ölçekli” ve bölgesel nükleer savaşların patlak vermesi olasılığını “Soğuk Savaş” dönemine göre daha da arttırmaktadır. Örneğin, şimdiye kadar birbirleriyle dört kez savaşmış olan Hindistan ile Pakistan’ın önümüzdeki aylarda ya da yıllarda girişebilecekleri bir savaşta nükleer silahlar kullanmayacaklarının hiçbir güvencesi yok.
Dünya üzerindeki giderek zayıflayan egemenliğini askerî zor ve saldırganlık yoluyla ayakta tutmaya çalışan ABD, bir önceki başkan G. W. Bush döneminde faşist “önleyici vuruş” doktrinini kabul etmiş ve kendisi için tehdit oluşturduğu kanısına vardığı bir ülkeye tek yanlı olarak saldırma “hakkı”nı ilan etmişti. Daha da önemlisi, yeni başkan B. Obama’nın değiştirmek için hiçbir girişimde bulunmadığı bu doktrine, ABD’nin nükleer silahlara sahip olmayan ülkelere karşı nükleer silah kullanma “hakkı”nı savunması eşlik ediyor. 2004’te, dönemin ABD “Savunma” Bakanı Donald Rumsfeld “Nükleer Silahları Kullanma Politikası” adlı bir belge yayımlamış ve burada ABD’nin, elinde nükleer silah bulundurmasının nedeninin, “potansiyel düşman liderliklerinin elinde bulunan kritik önemdeki savaşmaya ve savaşı sürdürmeye yarayabilecek varlıkların ve olanakların yokedilmesi” olduğunu ileri sürmüştü. Halen yürürlükte olan bu belgenin faşist mantığına göre ABD, herhangi bir devleti “potansiyel düşman” olarak damgalayabilir ve nükleer saldırının hedefi haline getirebilir.
Bu terörist devlet, zaten nükleer silah kullanmaksızın da, yani devsel ve modern konvansiyonel silahlarının ve uyguladığı ve uygulattığı ekonomik yaptırımların yardımıyla da milyonlarca insanı katledebileceğini 20. yüzyıl boyunca yeterince kanıtlamıştır ve 21. yüzyılda da kanıtlamaya devam etmektedir. (Vietnam ve Irak örnekleri) Ancak, ABD-NATO’nun, Rusya’yı kuşatacak biçimde doğuya doğru genişlemesi, ABD’nin, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füzeler ve füze kalkanı sistemi yerleştirmekte diretmesi ve Rusya’nın bu girişimin nükleer bir savaşa yol açabileceği yolundaki uyarıları, ABD’nin, Afganistan ve Irak’ta giriştiği saldırı savaşları ve İsrail’in Filistin, Lübnan ve Suriye’ye karşı saldırılarını destekleyen ABD’nin barışçı nükleer çalışmalarından ötürü İran’ı nükleer bir saldırıyla tehdit etmesi ve İsrail’i “sığınak delici” olarak bilinen taktiksel nükleer silahlarla donatması, Çin ile gelecekte girişebileceği bir askerî çatışma için yaptığı hazırlığın bir parçası olarak ABD’nin, Hindistan’ın nükleer silahlanmasını desteklemesi vb., insanlığın her an yeni ve çok daha korkunç Hiroşima’lar ve Nagazaki’lerle karşı karşıya kalabileceğini göstermektedir. (3)

Nükleer silahlara sahip olduğunu açıkça kabul bile etmeyen İsrail ise yıllardır İran’ı savaşla tehdit ediyor. Nükleer silah yapma peşinde olduğunu ileri sürdüğü İran’ın kendisi için yaşamsal bir tehlike oluşturduğunu ve oluşturacağını ileri süren Siyonist devlet, “İkinci Holokost”a asla izin vermeyeceğini söylerken, son çözümlemede bu ülkeye karşı nükleer silahlar kullanacağını doğrulamış oluyor.

Saldırganı kurban, kurbanı da saldırgan olarak göstermede uzmanlaşmış olan tekelci medyanın dezenformasyon kampanyası, bütün bu savaşları ve savaş hazırlıklarını adeta bir savunma refleksi olarak sunmaktadır. Ama belki de hepsinden acısı, bu nükleer saldırı hazırlıklarının, örneğin İran’ın karşı karşıya bulunduğu nükleer saldırı tehdidinin ilerici insanlık tarafından ciddi bir biçimde sorgulanmaması ve güçlü bir kitlesel tepkiyle karşılanmamasıdır.

Tarihsel deneyim, özelde nükleer savaş tehlikesi ve genelde savaş tehlikesinin, pasifistlerin ve liberallerin sofuca dilekleri ya da burjuva devlet yöneticilerinin ve diplomatlarının ikiyüzlü ve sahte konuşmalarıyla önlenemeyeceğini göstermiştir. Bunun başarılması, ancak işçi ve emekçi kitlelerinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist savaşımının yükselmesi ve zaferle taçlandırılmasıyla olanaklı olacaktır. Onbinlerce nükleer silahın, gerçek ve potansiyel savaş suçlusu gerici kliklerin elinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bir tür olarak homo sapiens’in yazgısı, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde proleter devriminin zaferine bağlıdır. Bir başka deyişle gerçek barışa ulaşmanın bir tek yolu vardır: İnsanın insanı sömürmesine ve ezmesine dayanan kapitalizmi yıkmak ve sınıflı toplumun yerine sınıfsız toplumu kurmaya girişmek.


DİPNOTLAR
(1) Bugün dünyada, -yüzde 95’i ABD ile Rusya’nın elinde olmak üzere- toplam 9 ülkede (ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore) 23,000 nükleer bomba bulunduğu tahmin ediliyor.

(2) Aslına bakılırsa dünyamız, hem de bir kaç kez ABD ile SSCB/ Rusya arasında geniş ölçekli bir nükleer savaş tehlikesi de atlatmış bulunuyor. Bunlardan en önemlileri, 1962 yılındaki “Küba krizi” sırasında, ikincisi ise Ekim 1973’teki Arap-İsrail savaşı sırasında yaşandı. Bunların yanısıra sahte alarmlar…

(3) Halihazırda Dünya Güvenlik Enstitüsü başkanı olan ve bir ara 170, 300 ve 335 kilotonluk savaş başlıklarıyla donatılmış Minutemen Kıtalararası Balistik Füzelerinin sorumlu subayı olarak görev yapmış bulunan Bruce Blair, bir kaç yıl önce yaptığı bir açıklamada, bir nükleer savaşa girişmeleri halinde ABD ile Rusya’nın birbirlerine 12 dakika içinde 100,000 Hiroşima bombasına eşdeğer güçte nükleer ve termonükleer bomba atabileceklerini belirtmişti.




60 Yıl Sonra: Hiroşima ve Nagazaki’de ABD Nükleer Terörü
Garbis Altınoğlu, 3-6 Ağustos 2005


Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu

Nazım Hikmet


“Şimdi artık sadece savaşı kökünden dönüştürmekle kalmayacak, aynı zamanda tarihin ve uygarlığın da seyrini değiştirecek bir silaha sahiptik.”

Harry S. Truman


6 Ağustos 1945 günü saat sabah 8:15’te bir ABD uçağı Japonya’nın, 350,000 kişinin yaşadığı Hiroşima kentinin üzerine “Little Boy” (=Küçük Oğlan) adı takılmış olan atom bombasını bıraktı. “Küçük Oğlan” 80,000 kişiyi anında öldürdü. Atom bombasının yaydığı korkunç sıcaklık, patlama gücü, basıncın etkisiyle ilk elde ölenlerin çoğunun cesetlerinden geriye hiçbir iz kalmayacaktı. Bedenleri radyasyonun ve ısının etkisiyle yanan, ancak anında ölecek kadar talihli olmayanlar, ya kendilerini kentin içinden geçen ırmağa atarak, ya da korkunç acılar içinde can çekişerek öleceklerdi. Bunu izleyen haftalarda ise onbinlerce insan, gerekli tedavi olanaklarının bulunmaması, radyasyondan kaynaklanan hastalıkların tedavisi konusunda bilgi eksikliği ve Japonya’nın altyapısının ve sağlık tesislerinin büyük ölçüde tahrip edilmiş olması nedeniyle yavaş yavaş ve büyük acılar çekerek can verecekti. 1950 yılına gelene dek “Küçük Oğlan”ın patlaması sonucunda yaralanan ve hastalanan 200,000 kişi daha yaşamını yitirecek, 1950-1980 yılları arasında ise gene bu son nedenden ötürü 97,000 kişi daha ölecekti. Yani, Hiroşima’ya atılan atom bombası toplam 377,000 kişinin ölümüyle sonuçlanacaktı. 9 Ağustos 1945’te 270,000 kişinin yaşadığı Nagazaki’ye atılan ikinci atom bombası, yani “Fat Man” (=Şişko) ise, 1980 yılına kadar toplam 200,000’den fazla insanın canına mal olacak, böylelikle iki atom bombasının yol açtığı ölü sayısı 580,000’e yaklaşacaktı. (1) Bu arada 1945’te, yaklaşık 1,000,000 kişinin yaşadığı Kyoto kentinin bir nükleer felâketten adeta bir rastlantı sonucu kurtulduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Atom bombasına ilişkin çalışmaları gerçekleştiren Manhattan Projesinin yöneticisi General Leslie Groves’in yoğun itirazlarına rağmen ABD Savaş Bakanı Henry Stimson Kyoto’yu hedef listesinden çıkarmış ve yerine talihsiz Nagazaki’yi geçirmiş ve böylece ilk evrede en az 800,000 kişinin yaşamını yitireceği bu kenti “kurtarmıştı.” Manhattan Projesinin yöneticisi General Groves, daha sonra kaleme aldığı anılarında Kyoto’nun hedef listesinden çıkarılmasından duyduğu hayal kırıklığını şöyle dile getirecekti:
“Daha önce de söylemiş olduğum gibi, ben özellikle Kyoto’nun hedef olarak kullanılmasını istedim; çünkü burası, atom bombasının etkileri hakkında tam bir fikir sahibi olabilmemize olanak verecek büyüklükteydi. Nagazaki bu bakımdan aynı ölçüde doyurucu değildi.” (Leslie Groves, Now It Can Be Told:Story of the Manhattan Project), Londra, Andre Deutsch, 1963, s. 275)
Hiroşima ve Nagazaki’de ölü sayısının artmasının bir başka nedeni de, kent sakinlerinin daha önceden hiçbir biçimde uyarılmamış olmasıydı. ABD Hava Kuvvetleri, 17 Haziran-5 Ağustos 1945 tarihleri arasında 58 ayrı Japon kentine karşı konvansiyonel bombaların kullanıldığı yoğun hava bombardımanları gerçekleştirmişti. ABD, yüzbinlerce insanın yaşamını yitirdiği ve büyük tahribata yol açan bu bombardımanlardan önce, göstermelik olarak da olsa, insan kaybını azaltmak amacıyla, uçaklardan bildiri atmak suretiyle kent sakinlerini uyarıyor ve onlara hedef bölgelerden uzak durmalarını anımsatıyordu. Ancak, Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması sırasında bu standart prosedür uygulanmadı. O sıralar (Manhattan Projesinin bir parçası olan) Metalürji Projesinin başında bulunan Dr. Arthur Compton bunu daha sonra şu sözlerle itiraf edecekti:
“Hiroşima’ya hiçbir spesifik uyarı yapılmamıştı. Halk habersiz yakalanmıştı. Herkes sokaklarda günlük olağan işleriyle meşguldu.” (Arthur Compton, Atomic Quest, Londra, Oxford University Press, 1956, s. 254-255)
ABD Başkanı Truman’ın yüzbinlerce insanın bir anda korkunç bir biçimde ölmelerine yol açan nükleer patlamaya reaksiyonu ilginç ve öğreticiydi. SSCB Başbakanı Joseph Stalin ve Britanya Başbakanı Winston Churchill ile birlikte katıldığı Potsdam Konferansından Augusta kruvazörüyle ABD’ne dönüşü sırasında Başkan Truman’a ivedi bir mesaj ulaştırılacaktı. Mesajda “HİROŞİMA BOMBALANDI” yazıyordu. Hiroşima’nın bombalanmasını, “Bu tarihin tanık olduğu en büyük olay” diyerek sevinçle karşılayan Truman geminin içinde koşarak haberi herkese duyuracaktı. Truman’ın biyografisini kaleme alanlardan Donovan, Conflict and Crisis adlı kitabında bunu şöyle anlatacaktı:
“O üzerinde hiç kafa yormadan, şimdiye kadar yaptığı hiçbir açıklamanın kendisini bu denli mutlu etmediğini söyledi.” (Aktaran Tim Weiner, Blank Check, New York, Warner Books, 1991, s. 23)
* * * * *
Nükleer fizik alanında araştırmaların daha Birinci Dünya Savaşı sonrasında belli ölçüde gelişmiş olduğu ABD’nde atom bombasına ilişkin çalışmalar, ilk kez 1939’da başladı. “Manhattan Projesi” kod adı verilen bu çalışma, 1942 yazından itibaren Nazilerin zulmünden kaçan ve ABD’li bilim adamlarının yanısıra Britanya ve Kanada’nın da katılımıyla son derece gizli bir biçimde sürdürüldü. Churchill ile Roosevelt nükleer alanda işbirliği yapmayı ilk kez 20-25 Ocak 1942’de yapılan ve Sovyetler Birliği’nin temsil edilmediği Washington Konferansında kararlaştırdılar. Onlar, 17-24 Ağustos 1943’de Kanada’nın Quebec kentinde yaptıkları bir başka konferansta, aralarındaki nükleer işbirliğini, faşist bloka karşı bağlaşıkları durumundaki SSCB’nden gizli tutma konusunda da anlaştılar. Açıkça dile getirmemekle birlikte, iki taraf ta savaşın gidişatının faşist blokun aleyhine döndüğünün ortaya çıkmış olduğu bu dönemde, atom bombasını gelecekteki düşmanları olan SSCB’ne karşı bir askerî tehdit ve bir diplomatik koz olarak kullanmayı düşünüyorlardı. 1942 yazında Manhattan Projesinin başına getirilen General Leslie Groves şöyle diyecekti:
“(Projenin- G. A.) Yönetimini üstlenmemin üzerinden daha iki hafta geçmeden kafamda, Rusya’nın düşmanımız olduğu ve bu Projenin bu temelde yürütüldüğü konusunda hiçbir yanılsama kalmadı.”
ABD yetkilileri, önemli bir bölümü anti-faşist eğilimli olan nükleer bilimcilerin duraksamalarını gidermek ve bir an önce böyle bir silahı üretmelerini sağlamak için Nazi Almanyası ile bu alanda sıkı bir yarış olduğu kanısını uyandırmaya çalışmışlardı. Tarihçi Kenneth C. Davis şöyle diyordu:
“Birçoğu Hitler Avrupası’ndan kaçarak ABD’ne sığınmış olan ve New Mexico’nun Los Alamos kentinde çalışan nükleer bilimciler, bir ‘Nazi bombası’ geliştirmekte olan Almanlarla yarıştıklarını sanıyorlardı.” Daha sonraları gizlilikleri kaldırılan belgeler, Nazilerle yarışın uydurma olduğunu gösterecekti. SIS’in (=Britanya İstihbarat Servisi) resmi tarihine göre, bu örgüt, savaşdışı ülkelerdeki bilimadamlarıyla bağları sayesinde 1943 ortalarına gelindiğinde, Almanların nükleer bomba üretme programı diye bir şey olmadığını öğrenmişti.
ABD, hükümet üyelerinin büyük bölümünden bile saklanan bu projeye 1941-1945 yılları arasında gizli fonlardan 2 milyar doları aşkın kaynak ayırdı. General Leslie Groves’in komutası altında, yürütülen bu çalışma, sonunda 16 Temmuz 1945’te New Mexico eyaletinin Alamogordo kentinde dünyanın ilk başarılı nükleer denemesinin yapılmasıyla taçlandı.
Eylül 1944’de Roosevelt ile Churchill, başarıyla denenmesi halinde atom bombasının ilk evrede “belki, iyice ölçülüp biçildikten sonra Japonlara karşı kullanılabileceği” konusunda genel bir görüş birliğine varmışlardı. Roosevelt’in 12 Nisan 1945’de, yani İkinci Dünya Savaşının sonuna yaklaşıldığı günlerde ölümünden sonra yerine yardımcısı Harry S. Truman’ın geçtiği dönemin koşulları, bir önceki dönemin koşullarından farklıydı; faşist bloka karşı SSCB-ABD-Britanya arasında bir askerîbağlaşmaya duyulan gereksinim ortadan kalkmaya yüz tutmuş, emperyalist ülkelerin Sovyetler Birliği’ne ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı birleşik cephesi politikası bir kez daha öne çıkmaya başlamıştı. Bu koşullarda ABD ve Britanya’nın atom bombasını, bu siyasal amaçlarının bir dayanağı haline getirmeyi düşünmemeleri olanaksızdı. Peki ama, Hiroşima ve Nagazaki hangi gerekçelerle bu cehennem silahının hedefi haline getirilecekti?

Gerekçeler...

Öteden beri ABD emperyalistleri ve onların borazanları Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmalarını, bu yolla yüzbinlerce, hatta milyonlarca ABD askerinin yaşamını kurtarmış oldukları savıyla meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Ama bu savların gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmadığı bilinmektedir. Ağustos 1945’e gelindiğinde, hatta ondan aylar önce Japonya fiilen yenilmiş bir ülkeydi; faşist bağlaşıkları İtalya çoktan ve Almanya 9 Mayıs 1945’te teslim olmuş, hava ve deniz kuvvetleri hemen hemen tümüyle tahrip edilmiş ve etkisizleşmiş, ekonomisi çökme noktasına gelmiş, savaş sırasında işgal ettiği yerlerin hemen hemen tümünden ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmış olan Japonya teslim olmaya hazırdı ve zaten bu amaçla birtakım diplomatik girişimlerde bulunuyordu. Dahası, Sovyetler Birliği de Japonya’ya savaş ilan etmeye hazırlanmaktaydı. ABD Başkanı Truman, Aralık 1945’te Hiroşima ile Nagazaki’nin bombalanması sayesinde 250,000 ABD askerinin yaşamının kurtarıldığını söylerken, 12 Ocak 1953’te yaptığı bir konuşmada bu rakamı 1 milyona çıkarmış ve 28 Ocak 1959’da yaptığı bir başka konuşmada “bombaların atılması... milyonlarca insanın yaşamını kurtardı” demişti. Truman’ın ilk ve görece muhafazakar rakamı bile, ABD’nin Aralık 1941-Mayıs 1945 yılları arasında yer aldığı İkinci Dünya Savaşı’nda bütün cephelerde verdiği toplam kayıp rakamına -298,000- yaklaşıyordu. Oysa, ABD askerî makamlarının, gene bu bayın buyruğu üzerine Haziran 1945’te hazırladığı bir rapora göre, Japon adalarına karşı gerçekleştirilecek genel bir saldırıda ölecek ABD askerlerinin sayısı 40,000 dolayında tahmin edilmişti.
Aslına bakılırsa bu gerekçenin hiçbir iler tutar yanı yoktu. Hatta, bazı öndegelen Amerikalı askerî ve siyasal yetkililer de bunu kabul etmişlerdi ya da kendilerini Hiroşima ve Nagazaki’de işlenen savaş suçundan uzaklaştırmak için bir süre sonra bunu teslim edeceklerdi. Örneğin, resmi bir kuruluş olan ABD Stratejik Bombardıman Ölçümü, 1946’da yaptığı bir değerlendirmede şu sonuca varmıştı:
“Japonya; atom bombaları atılmamış, Rusya savaşa girmemiş ve hatta bir işgal planlanmamış ya da düşünülmemiş olsa bile kesinlikle 31 Aralık 1945’ten ve büyük olasılıkla 1 Kasım 1945’ten önce teslim olacaktı.” (Aktaran Barton Bernstein, The Atomic Bomb: The Critical Issues, Boston, Little Brown, 1976, s. 52)
Başkan Roosevelt ile Başkan Truman dönemlerinde genelkurmay başkanlığı görevinde bulunmuş olan Donanma Amirali W. D. Leahy ise aynı konuda,
“Bu barbarca silahın Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının, Japonya’ya karşı sürdürmekte olduğumuz savaşa hiçbir somut yararı olmadı. Fiili deniz ablukası ve konvansiyonel silahlarla gerçekleştirdiğimiz başarılı bombardımana bağlı olarak Japonlar zaten yenilmişlerdi ve teslim olmaya hazırdılar” (W. D. Leahy, I Was There: The Personal History of the Chief of Staff to Presidents Roosevelt and Truman, Londra, Victor Gollencz Ltd., 1950, s. 429) demişti.
Nükleer silahların geliştirilmesini Başkan Roosevelt’le birlikte kararlaştırmış ve desteklemiş olan Britanya Başbakanı Winston Churchill bu değerlendirmeye katılıyordu. O, İkinci Dünya Savaşını anlatan kitabında şöyle diyordu:
“Japonya’nın yazgısını nükleer silahların belirlediğini düşünmek yanlış olacaktır. Daha ilk atom bombası atılmadan Japonya’nın yenilgisi kesinleşmişti ve bunu sağlayan da çok üstün deniz gücü oldu.” (Winston S. Churchill, The Second World War, Cilt VI: Triumph and Tragedy, Boston, Houghton Mifflin Company, 1953, s. 646)
Japonya’ya karşı nükleer silah kullanılmasına gerek olmadığı yolunda görüş bildirenler arasında, o sıralar Avrupa’daki ABD kuvvetlerinin komutanı olan ve daha sonra Truman’dan başkanlık koltuğunu devralan General Dwight D. Eisenhower da bulunuyordu. O anılarında, ABD, Britanya ve Sovyetler Birliği arasında Temmuz 1945’de yapılan Potsdam Konferansında şöyle demişti:
“(ABD Savaş Bakanı- G. A.) Henry Stimson’a…, Japonya’nın zaten yenilmiş bulunduğu ve dolayısıyla atom bombasının atılmasının tümüyle gereksiz olduğu yolundaki kanıma dayanarak ciddi kaygılarımı ilettim.” (Dwight D. Eisenhower, Mandate for Change: 1953-1956, New York, Doubleday & Company Inc., 1963, s. 312-313)
Eisenhower bu görüşünü, 1963’de Newsweek dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda,
“Japonlar teslim olmaya hazırdı ve bizim onları vurmamız son derece kötü bir şeydi” diyerek bir kez daha yineleyecekti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Güneybatı Pasifik Bölgesi Bağlaşık Kuvvetleri Başkomutanı olan ve sorumluluk bölgesinde atom bombalarının kullanılması sırasında kendisine danışılmayan General Douglas MacArthur da Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasını gerekli görmeyenler arasındaydı. 1950-53 yılları arasındaki Kore Savaşı sırasında saldırgan ABD birliklerine komuta eden, Kore’nin tüm kentlerini yerle bir etmek ve yüzbinlerce sivilin katletmekle kalmayıp, Kore halkına yardıma gelen Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı atom bombası kullanmayı öneren bu azılı gerici, yıllar sonra yaptığı bir basın toplantısında,
“Japonya’ya karşı Bomba’yı kullanmaya gereksinimimiz yoktu” (New York Times, 21 Ağustos 1963, s. 30) diyecekti. MacArthur daha sonra, anılarında aynı görüşü şu sözlerle yineledi:
“Kurmaylarım, Japonya’nın çökme ve teslim olma noktasında olduğu konusunda görüş birliği içindeydiler. Hatta ben, başka askerî operasyonlara girişilmeksizin ‘Japonya’nın barışçı bir biçimde işgali’ planlarının hazırlanması yolunda direktif vermiştim.” (Douglas MacArthur, Reminiscences, New York, McGraw Hill Book Company, 1964, s. 260)
Bu arada, Şikago Üniversitesindeki “Metalürji Projesi” laboratuarında çalışan bilim adamlarının atom bombasının Japonya’ya atılması konusunu kendi aralarında tartıştıklarını anımsatayım; başında Nobel ödüllü James Franck’ın bulunduğu bir bilim adamları komitesi ABD hükümetine, Japonlara gücünü göstermek için atom bombasının, kimsenin yaşamadığı, boş bir adaya atılmasını önermiş, ancak bu öneri dikkate bile alınmamıştı.

Ve Gerçekler
Peki, Hiroşima ve Nagazaki’de uzun erimde yarım milyondan fazla insanın canını alan saldırının gerçek nedeni ve amacı, Japon adalarının işgali sırasında şu ya da bu kadar ABD askerinin ölmesini önlemek olmadığına göre neydi? Burada bu sorunun hiç de tek ve basit olmayan yanıtını vermeye çalışacağım. Ama öncelikle şu gerçeğin altı çizilmelidir: Hiroşima ve Nagazaki’de gerçekleştirilen nükleer terör, önemli bir sembolik anlam taşıyordu. ABD, bu eylemiyle can çekişmekte olan Japon militarizmi, daha doğrusu Japon halkı üzerinden tüm dünyaya tarihsel bir mesaj vermekteydi: “Artık dünyanın efendisi benim!”
Aslında yukardaki sorunun yanıtı, emperyalizmin doğasında ve gerek İkinci Dünya Savaşından önce ve gerekse bu savaştan sonra kapitalist-emperyalist sistemin dünya işçi sınıfı ve komünist hareketine, onun önderi konumunda bulunan Lenin’in ve Stalin’in sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve ezilen uluslara ve onların ulusal kurtuluş hareketlerine karşı genel tutumunda yatmaktadır. Koşullar (özellikle Nazi Almanyası’nın, faşist İtalya’nın ve militarist Japonya’nın nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını dayatan saldırgan politikası) ve “kendi” işçi sınıfı ve halklarının anti-faşist öfkesi, ABD ve Britanya’yı 1941’de Sovyetler Birliği ile anti-faşist bir bağlaşmaya girmek zorunda bırakmıştı. Ancak, bu iki emperyalist devlet, proleter diktatörlüğü devletiyle istemeden girdikleri bu bağlaşmayı her zaman bir yük olarak görmüş ve anti-faşist savaşı yer yer sabote etmekten de kaçınmamıştı. Onlar daha savaş biter bitmez, hatta belki de bitmeden önce, Nazi sürülerine karşı savaşta 25 milyondan fazla şehit veren işçilerin ve emekçilerin anayurduna karşı yeni bir savaşın hazırlıklarına girişmiş, yani 1941 yılı öncesinin politikalarına geri dönmüşlerdi. Onları böyle davranmaya zorlayan bir başka faktör de, gerek Avrupa’da ve gerekse Asya’da Alman ve İtalyan faşizmine ve Japon militarizmine karşı kararlılıkla savaşan Komünist Partilerinin ve diğer devrimci güçlerin siyasal etki ve prestijlerinin büyük ölçüde artması, bir dizi ülkede işçi sınıfı ve ezilen halkların ayağa kalkması ve önemli devrimci mevziler kazanması ve sömürgecilik sisteminin temellerinin sarsılmasıydı. Bu gelişmeler, küresel güç dengesinin belli ölçüde devrimci ve anti-emperyalist güçler yararına değişmesine yol açmıştı. ABD ve Britanya’nın daha savaşın hemen ertesinde, Alman, İtalyan ve Japon faşizminin kalıntılarıyla işbirliğine girişmelerinin, hatta daha savaş sona ermeden anti-Sovyetik komplolar tezgahlamalarının ve Soğuk Savaşın zeminini oluşturmaya başlamalarının altında yatan neden de buydu.
Ne var ki, bu devrim ve sosyalizm korkusu –anlaşılabilir nedenlerle- büyük ölçüde abartılmıştı. Kapitalist-emperyalist sistemin istikrarını sarsan bütün bu gelişmelere rağmen, en azından kısa erimde ABD’nin başını çektiği kapitalist-emperyalist sistemin bir “Sovyet tehdidi”nden ve/ ya da yakın bir proleter devriminden çekinmesini gerektirecek güçlü nedenler yoktu. Savaşta 25 milyondan fazla insan kaybeden Sovyetler Birliği’nin ekonomisi ve altyapısı acımasız Nazi işgali nedeniyle çok büyük bir yıkıma uğramıştı. Daha sınırlı ölçüde olmak üzere aynı şey, Sovyetler Birliği’nin ve Komünist Partilerinin nüfuzunun büyük olduğu Doğu Avrupa ülkeleri için de söylenebilirdi. Batı Avrupa ülkelerinde ve özellikle Fransa ve İtalya’da Komünist Partileri önemli bir güç haline gelmişlerdi; ancak onlar da kapitalist sistem için yakın bir tehdit oluşturacak durumda değillerdi. Dahası, savaşta sadece 300,000 dolayında asker yitiren ABD’nin toprakları savaşın yıkımından asla nasibini almadığı gibi, 1930’lı yılların ortalarının New Deal politikalarının yardımıyla toparlanmaya başlayan ülke ekonomisi savaş siparişlerinin de etkisiyle hızlı bir büyüme göstermişti. Sovyetler Birliği, ne modern bir deniz kuvvetlerine, ne ABD’ninkiyle boy ölçüşebilecek stratejik bir hava kuvvetlerine, ne de -1949 yılına kadar- atom bombasına sahipti. Kaldı ki ABD ile SSCB arasındaki askerî güç dengesizliği bu tarihten sonra da sürecek, 1944 ile 1962 yılları arasında ABD, Sovyetler Birliği karşısında gerek nükleer ve gerekse konvansiyonel silahlar bakımından askerî üstünlüğe sahip olmaya devam edecekti. Bütün bunlara şu da eklenmeli: Savaşın ekonomisinde, toplumsal yapısında ve halklarında yol açtığı olağanüstü maddi ve manevi yıkımın, kan kaybının ve yorgunluğun üstesinden gelme gereksinimi nedeniyle İkinci Dünya Savaşının bitimini izleyen yıllarda Sovyetler Birliği, ABD ve diğer emperyalistler karşısında bir gerilim politikası izlemekten olabildiğince uzak duruyor ve barış uğruna savaşımı daha önce olmadığı ölçüde destekliyordu.
Ancak bütün bunlar, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin lideri konumundaki ABD’nin, temel politikalarını, azgın bir devrim ve sosyalizm düşmanlığı tabanına oturtmasına engel olmayacaktı ve olmadı. Olmadı; çünkü İkinci Dünya Savaşının ardından Hitler faşizminin çizmelerini giyen ABD emperyalistlerinin gerek “kendi” işçi sınıfı ve halkına, gerek sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve ezilen ulusların kurtuluş hareketlerine saldırmak ve gerekse emperyalist-militarist saldırı ve çılgınca silahlanma politikalarını meşrulaştırmak için korku üretmeye ve yaymaya gereksinimi vardı. Bu korku üretme ve yayma çabası, ABD tekelci burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarının doğrudan bir sonucuydu. Bu sınıfın bazı açıksözlü temsilcilerinin biraz abartılı bir biçimde itiraf ettikleri gibi, ABD’nde 1920’lerin sonları ve 1930’ların başlarında olduğu gibi burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişmenin keskinleştiği ve dolayısıyla proleter devrimi “tehlikesi”nin uç vermeye başladığı koşulların oluşmasına izin vermemek olarak dile getiriliyordu. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 1944’de bu konuda şunları söyleyecekti:
“Ekonomik ve sosyal sistemimiz bakımından çok kapsamlı sonuçlar doğurmaksızın, 1920’lerin sonları ve 1930’ların başlarını kucaklayan on yılda yaşadıklarımızı bir kez daha kaldıramayız.” (Aktaran William Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Dell Publishing Co., 1972, s. 202)
Hiroşima ve Nagazaki’yi hedef alan nükleer terörün asıl amacını anlamak için tanıklarımıza başvurmaya devam edelim. ABD Başkanı H. Truman’ın kızı Margaret Truman, önceli Franklin. D. Roosevelt’in –henüz Almanya ve Japonya’ya karşı savaşın sürdüğü- 12 Nisan 1945 tarihinde ölmesinden sonra başkanlık koltuğuna oturan babası için şunları söyleyecekti:
“Bu ilk haftalarda en başta gelen kaygısı, Rusya’ya karşı izlenecek politikaydı.”
Atom bombasının geliştirilmesinde ve Hiroşima ile Nagazaki üzerinde kullanılmasında belirleyici rol oynayan kişilerden ABD Savaş Bakanı Henri Stimson, 11 Eylül 1945’te atom bombasının “diplomatik bir silah” olduğunu ve Amerikan devlet adamlarının, göze çarpacak biçimde kalçalarının üstüne yerleştirdikleri bu bombayla Rusları korkutmakta çok istekli” olduklarını söylemişti.
ABD Dışişleri Bakanı James Byrnes ise, -Manhattan Projesinde çok önemli bir rol oynayan nükleer bilimci Leo Szilard’ın anlattığına göre- atom bombasının kullanılması olasılığıyla ilgili kaygılarını kendisine ileten bu bilim adamına şunları söyleyecekti:
“Byrnes... Rusya’nın savaş-sonrası dönemdeki tutumu konusunda kaygılıydı… Amerikan askerî güç gösterisi yoluyla etkilenmesi halinde Rusya daha kolay denetlenebilirdi ve bombanın gücünün sergilenmesi Rusya’yı etkileyebilirdi.” (Aktaran Spencer Weart and Gertrud Weiss Szilard, ed., Leo Szilard: His Version of the Facts, s. 184)
Geçtiğimiz günlerde, iki tarihçinin hazırladığı ve Britanya’da yayımlanan New Scientist adlı dergide yer alan bir rapor, bu apaçık gerçekliği bir kez daha perçinledi. Peter Kuznick ve Mark Selden bu raporlarında, “Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması kararının, İkinci Dünya Savaşını sona erdirmekten ziyade (Washington’un savaş sırasındaki bağlaşığı Sovyetler Birliği’ne karşı) Soğuk Savaşı başlatmak amacıyla alındığını gösteren yeni kanıtlar ele geçirdiklerini yazıyorlardı. ABD, Japonya ve Sovyetler Birliği’nin diplomatik arşivlerini inceleyen Selden ile Kuznick, Hiroşima’ya atom bombası atılmasından üç gün önce Truman’ın kendisinin de, Japonya’nın “barış istediğini” itiraf ettiğini ortaya çıkardılar. Ama atom bombaları gene de atıldı; çünkü ABD emperyalistleri açısından, Selden’ın deyişiyle “Rusya’yı etkilemek savaşı bitirmekten daha önemliydi.”
ABD Başkanı Truman’ın Yalta Konferansının, daha önceden saptanmış olan açılış tarihinin bir kaç gün ertelenmesini istemesi ve bu arada New Mexico’daki Manhattan Projesi görevlilerine çalışmalarını bir an önce bitirmeleri ve bombayı patlatmaları direktifini vermesi de, Sovyetler Birliği’ni korkutma amacına yönelikti. Böylelikle Yalta Konferansının 17 Temmuz’da, yani 16 Temmuz’da Alamogordo’da ilk başarılı denemesi yapılan atom bombasından hemen sonra başlatılması sağlandı. Ancak Stalin, Truman’ın atom bombasının başarıyla denenmesine ilişkin verdiği haberi sükunetle karşılayacaktı. (2)

Soğuk Savaşın kışkırtıcılarından, Moskova’dan gönderdiği “Uzun Telgraf”ıyla ünlü Amerikan diplomatı George F. Kennan ise daha sonraları,
“O günün Rusyası konusunda en basit bir bilgiye sahip bir insan Sovyet liderlerinin kendi silahlı kuvvetlerini kullanarak askerî saldırılarla kendi davalarını yayma niyetlerinin olmadığını açıkça görebilirdi.” (Aktaran Hugh Higgins, Soğuk Savaş, s. 67, İstanbul, Koza Yayınları, 1975) diyecekti.

ABD emperyalistlerinin nükleer terörizm yoluyla Sovyetler Birliği’ni ve dünya işçi sınıfı ve halklarını korkutma amaçları, Japon militaristlerinin bir an önce teslim olma girişimlerinin görmezden gelinmesini ve hatta sabote edilmesini gerektiriyordu. Savaşta yenilmiş olduklarını ve durumlarının umutsuz olduğunu çoktan görmüş olan Japon militaristleri, teslim olmak için aylardır çeşitli kanallardan muhataplarıyla temas kurmaya çalışıyorlardı.

Örneğin, ABD’nin ele geçirdiği ve şifresini çözdüğü 5 Mayıs tarihli bir telgraf mesajında Tokyo’daki Alman elçisi, Japon silahlı kuvvetlerinin geniş kesimlerinin, koşulları çok ağır olmamak kaydıyla teslim olmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Daha sonra adı CIA olarak değiştirilecek olan Stratejik Hizmetler Bürosu’nun (=Office of Strategic Services) direktörü William Donovan 12 Mayıs 1945’te Başkan Truman’a sunduğu bir raporda, Japonya’nın İsviçre elçisinin, İmparator Hirohito’nun savaş suçlusu olarak yargılanmaması ve tahtını muhafaza etmesi koşuluyla, Japonya’nın teslim olmaya hazır olduğunu söylediğini bildirdi. Amerikalılara benzer bir rapor da Portekiz’deki bir Japon görevli aracılığıyla ulaştırıldı. Haziran ortalarında Amiral William D. Leahy, Japonya tarafından kabul edilebilecek ve ABD’nin Pasifik bölgesinden gelebilecek bir saldırıya karşı savunmasını güvence altına alabilecek bir teslim olma anlaşmasının yapılabileceğini söylüyordu. Başkan Truman’ın, gizliliği 1979’da kaldırılan günlük notlarında ise, Temmuz 1945’te Stalin’in kendisine, “Japon İmparatorundan barış talebinde bulunan bir telgraf aldığını” bildirdiği ortaya çıkacaktı. Öte yandan, Temmuz 1945’de, SSCB, ABD ve Britanya liderlerinin Potsdam’da biraraya gelmelerinden önce, Japon hükümetinin, Moskova’daki elçisi Naotake Sato’ya gönderdiği mesajlarda barışın sağlanması için –o sıralar Japonya’ya henüz savaş ilan etmemiş olan- Sovyetler Birliği’nin aracılık etmesini istediği de biliniyordu. Japon askerî şifrelerini çözmüş olan ABD emperyalistleri, daha Sovyetler Birliği bu mesajı kendilerine aktarmadan önce onların içeriğinden haberdar olmuşlardı.

Ancak, askerîkayıplarını en aza indirmek gerekçesiyle Japonya’ya atom bombası atmakta kararlı olan ABD yetkilileri, bu Japon önerilerini duymazdan ve görmezden geldiler. Aksi takdirde bu güç gösterisini yapma olanağını yitireceklerdi. ABD Savaş Bakanı Stimson 6 Haziran’da, yani Hiroşima’nın bombalanmasından 2 ay önce Başkan Truman’a, ABD Hava Kuvvetlerinin sürdürmekte olduğu ve çok güçlü konvansiyonel bombaların kullanıldığı yoğun hava bombardımanının yarattığı büyük ölçekli yıkımdan yakınıyor, bunun atom bombalarının etkisinin gözler önüne serilmesini önleyeceğini söylüyordu! Stimson daha sonraları anılarında, Japonların teslim olma önerilerinin hiçbirinin ciddiye alınmadığını itiraf edecekti.

Potsdam Konferansı sırasında, ABD, Britanya ve –başında henüz Çan Kay-şek’in bulunduğu- Çin, 26 Temmuz’da Japonya’ya kayıtsız-koşulsuz teslim olma çağrısı yaptılar. Ama onlar bu çağrıyı yaparken, Japonya’nın teslim olmak için, ülkede adeta kutsal ve yarı-tanrısal bir kişilik olarak kabul edilen İmparator Hirohito’nun sembolik olarak tahtında kalması koşulunu görmezlikten ve duymazlıktan geldiler. Bunun nedeni, ABD ve Britanya emperyalistlerinin İmparator Hirohito’ya ya da onun tahtını muhafaza etmesine karşı olmaları değildi. Değildi; çünkü işgalden sonra ABD işgal yetkilileri İmparator Hirohito’yu tahtında tutmakla kalmadılar; onlar aynı zamanda Japon savaş suçluları, militaristleri ve tekelci kapitalistleriyle açık bir işbirliğine girdiler. Dolayısıyla, bu çağrı tümüyle demagojik bir nitelik taşıyordu. Onların amacı, kabul edilmesi hemen hemen olanaksız koşullar ileri sürerek Japonya’nın teslim oluş tarihini geciktirmek ve bu arada Tokyo’nun, Bağlaşıkların teslim olma koşullarını kabul etmedikleri gerekçesinin arkasına saklanarak atom bombasını kullanmaktı. Bazı bilim adamlarının atom bombasının boş bir ada üzerinde kullanılması yolundaki taleplerinin dikkate alınmamasının nedeni de buydu.

Asıl amacı Japonya’nın kayıtsız koşulsuz teslim olmasını sağlamak olmuş olması halinde ABD’nin, Hiroşima’da meydana gelen yıkımın boyutlarını gözleriyle görmeleri ve bu yıkımı yerinde doğrulamaları için Japon yetkililerine bir süre tanıması ve ardından kayıtsız koşulsuz teslim çağrısını yinelemesi ve ya da ilk atom bombasını insanların oturmadığı bir alanda denemesi vb. beklenirdi. Ama ABD bunların hiçbirini yapmadı ve 6 Ağustos’ta Hiroşima’yı, üç gün sonra, yani 9 Ağustos’ta da Nagazaki’yi nükleer terörün hedefi haline getirdi.
Bu arada, atom bombalarının Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının daha spesifik bir diğer nedenine de değinmek gerekiyor. Roosevelt, Churchill ve Stalin’in katılımıyla 4-11 Şubat 1945’te gerçekleştirilen Yalta Konferansında Bağlaşıklar diğer şeylerin yanısıra, Sovyetler Birliği’nin Almanya’nın yenilmesinden üç ay sonra, Japonya’ya karşı askerî harekâta girişmesi ve böylelikle ABD kuvvetlerinin üzerindeki yükün hafifletilmesi konusunda anlaşmışlardı. Aslında Kızılordu'nun Uzakdoğu’da Japonya’ya karşı savaşa girmesini öteden beri talep eden ABD’nin ta kendisiydi. Temmuz 1943’de Kızılordu'nun Wehrmacht karşısında Kursk’da kazandığı büyük zaferin ardından Moskova’daki Amerikan Askerî Misyonunun başında bulunan Tuğgeneral John Deane, “Almanya’nın yenilmesinden sonra Rusya’nın Japonya’ya karşı savaşa tam katılımının büyük önemi”nden sözetmiş, Pasifik bölgesindeki ABD kuvvetlerinin komutanı General MacArthur ise, Kızılordu'nun Mançurya’da Japonlara karşı savaşa katılmasının kendi kuvvetleri üzerindeki yükü hafifleteceğini söylemişti. Başkan Roosevelt’in kendisi de Kasım 1943’deki Tahran Konferansında Stalin’e, Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğratılmasından sonra Kızılordu'nun Uzakdoğuda konuşlandırılıp konuşlandırılamayacağını sormuştu. 1945 Şubatındaki Yalta Konferansından sonra General MacArthur, bir kez daha Sovyet askerî desteği talebinde bulunacaktı. Dolayısıyla Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası’nın 9 Mayıs 1945’de yenilgiye uğratılmasından sonra, bağlaşıklarının talebi ve Yalta Konferasında alınan ortak karar uyarınca Kızılordu'nun bir bölümünü Uzakdoğu cephesine aktarmaya başlamıştı.
16 Temmuz 1945’de ilk atom bombasının başarıyla denenmesinin ardından 17 Temmuz’da başlayıp 2 Ağustos’ta sona eren Potsdam Konferansı’na gelindiğinde ise ABD-Britanya ile SSCB arasındaki ilişkiler önemli ölçüde soğumuş ve Batılı emperyalistler atom bombasına sahip olmanın avantajını kullanarak Yalta Konferansında alınan bu kararın yaşama geçirilmesini önlemeyi ve böylelikle kafalarına Sovyetler Birliği’nin Uzakdoğu’da nüfuz edinmesini önlemeyi koymuşlardı. ABD emperyalistleri, yapacakları nükleer güç gösterisiyle Sovyetler Birliği’ni Mançurya ve Kuzey Çin’deki Japon ordularına karşı harekete geçmekten alıkoyabilecekleriini düşünüyorlardı. Bu nedenledir ki Truman güncesine, “Japonya’ya atom bombası atmamız, Rusya’yı Uzakdoğu’daki konumunu yeniden düşünmeye zorladı” notunu düşecekti. (3) Ama ABD emperyalizminin şefi yanılıyordu. Uzakdoğu cephesinde gerekli yığınağı yapan Kızılordu, kararlaştırılan tarihte, Japonya’ya karşı savaş ilan ettikten sonra Japonların bu bölgedeki Kwantung ordusuna karşı askerîharekât başlattı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyor:

“9 Ağustos 1945’de Sovyetler Birliği, Yalta’da alınan karar uyarınca Japonya’ya savaş ilan etti... Moğol birlikleriyle işbirliği yapan Sovyet ordusu, düşmanın savunma sistemini yararak Kwantung ordusunu teslim olmaya zorladı. Sovyet saldırısı karşısında Kuzeydoğu Çin, Kuzey Kore, Güney Sakhalin ve Kuril’deki son Japon direnci de kırıldı.” (N. V. Yelisiyeva-A. Z. Manfred, Yakın Çağlar Tarihi, İstanbul, Konuk Yayınları, 1978, s. 523)

Sonunda, 9 Ağustos günü sabah saat 11:00’de Başbakan Kintaro Suzuki Japon hükümeti adına yaptığı açıklamada, ABD’nin Potsdam konferansında yaptığı kayıtsız koşulsuz teslim çağrısını kabul ettiklerini ve savaşı sona erdirdiklerini açıkladı.



Soğuk Savaşın İlk Salvoları

Daha Ekim 1942’de, yani, asıl yükünü Sovyetler Birliği’nin çektiği anti-faşist savaş bütün şiddetiyle sürmekteyken Başbakan Churchill, İngiliz hükümetine gizli bir memorandum sunmuştu. O, bu memorandumda, “Rus barbarlığının Avrupa’nın köklü devletlerinin kültür ve bağımsızlığının üzerine çökmesi halinde meydana gelecek büyük felâketi” (Andrew Rothstein, A History of the USSR, Penguin Books, 1951, s. 355) önlemek için, faşist İspanya ve despotik Türkiye’yi de kapsayacak bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşturulmasını savunuyordu. Churchill’in sözleri, bu azılı anti-komünistin ve onun temsil ettiği Britanya tekelci burjuvazisinin anti-faşist savaşta takındığı ikircimli tutumun bir yansıması ve savaş sonrasında takınacağı gerici politikanın bir müjdecisiydi.

Almanya-İtalya-Japonya faşist blokuna karşı sürdürülen savaşta zaferin kazanılmasından hemen sonra ABD-Britanya kampı ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler önce daha yavaş ve üstü örtülü bir biçimde, sonraları ise daha hızlı ve açık bir biçimde bozulacaktı. Britanya Başbakanı Churchill’in, daha Almanya’nın teslim olmasından önce, Sovyet, Amerikan ve İngiliz birliklerinin Nazi Almanyası’nın sınırlarına dayandığı Nisan 1945’de,

“Birinci olarak, Sovyet Rusya hür dünya için öldürücü bir tehlike olmuştu. İkinci olarak da, hiç vakit geçirmeksizin, Sovyetlerin ilerlemesini durdurmak üzere yeni bir cephe kurmak gerekir” (A. Maurois-L. Aragon, Amerika-Rusya, İkinci Cilt, İstanbul, Cem Yayınevi, 1969, s. 146) dediği biliniyordu. ABD ise Almanya’nın teslim olduğu, ama Uzakdoğu’da Japonya’ya karşı savaşın henüz sürmekte olduğu 9 Mayıs 1945 günü Ödünç Verme ve Kiralama programını, Moskova’yı önceden bilgilendirmeye bile gerek duymaksızın tek yanlı bir eylemle yürürlükten kaldırarak Sovyetler Birliği’ne 1941’den bu yana yapmakta olduğu askerîmalzeme yardımını durduracaktı.

2 Ekim 1998’de Milliyet’te yayımlanan “Churchill, 3. Dünya Savaşını Çıkartacakmış” başlıklı haberde bu konuda başka ilginç, ama hiç de şaşırtıcı olmayan bilgiler sunuluyordu. Zafer Arapkirli’nin Londra’dan geçtiği haberde aynen şöyle deniyordu:

“İkinci Dünya Savaşının hemen sonunda İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in, Sovyetler Birliği’ne karşı ‘Üçüncü’ Dünya Savaşı’nı başlatmanın planlarını yaptığı bildirildi. İngiliz arşivlerinde ortaya çıkan gizli belgelere göre, Sovyet lideri Stalin’in, güneye inerek Türkiye, Yunanistan, İran ve Irak’ı işgal edeceği varsayılarak hazırlanan planlarda, ABD ve İngiliz kuvvetlerinin yanısıra, mağlup Alman kuvvetlerinin de Sovyetler’e karşı taarruza geçmesi planlanmıştı.

The Daily Telegraph gazetesinin dün manşetten verdiği haberde, 29 sayfadan oluştuğu belirtilen gizli raporun ayrıntıları yeraldı. Churchill’in ‘Operation Unthinkable’ (Akla Bile Gelmeyecek Harekât) adını verdiği harekâtla ilgili planların, 22 Mayıs 1945 tarihinde, yani Avrupa’da savaşın sona ermesinden sadece 14 gün sonra hazırlandığı bildirildi. 1 Temmuz 1945 tarihinde başlayabileceği tahmin edilen Üçüncü Dünya Savaşı’nın Dresden ve Baltık kıyıları arasında bulunan toplam 47 İngiliz ve Amerikan tümeninin taarruzuyla başlamasının da planlandığı kaydedildi.

“Belgelerde, Churchill’in General Montgomery ve General Eisenhower ile birlikte yeni savaş planları hazırlamasına neden olarak, savaşın sona ermesinden kısa bir süre sonra Sovyet ordusunun 29 Haziran 1945 tarihinde yeniden ‘Topyekun savaş alarmına’ geçirilmesi gösteriliyor. Ancak daha sonraki gelişmeleri izleyen İngiliz hükümetinin, savaş fikrinden vazgeçip, bunun yerine savunma planlarına yöneldikleri de anlaşılıyor.”
Truman’ın anılarında yazdığına göre, Japonya’nın Nagazaki’nin bombalanmasının ardından kayıtsız koşulsuz teslim olmasından sonra, ABD Genelkurmayı, “Bombanın gizliliğinin muhafaza edilmesinin ve sürdürülmesinin şimdi her zamankinden daha fazla gerekli olduğu”nu düşünüyordu. Hiroşima’nın bombalanmasının üzerinden dört hafta bile geçmeden ABD Genelkurmayı, “saldırganlık güçlerinin bize karşı mevzilendiği netleşir netleşmez… gerektiğinde ilk darbeyi indirmeye” (Aktaran Tim Weiner, Blank Check, New York, Warner Books, 1991, s. 24) hazır olunması gerektiğini ileri sürüyordu. (4)
Anglo-Amerikan emperyalistlerinin niyetlerini açığa vuran bir başka veri, Martin Walker’ın 1993’de yayımlanan bir kitabında sunuldu. Buna göre, ABD Genelkurmayı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden yalnızca on hafta sonra Sovyetler Birliği’nin en büyük 20 kentine atom bombaları atmayı planlamıştı. (Bak., The Cold War: And the Making of the Modern World, Londra, s. 26-27)
ABD ve Britanya yöneticilerinin, Sovyetler Birliği’nin yeni bir savaş hazırlığı içinde olduğuna ilişkin yaygaralarının olgular ve gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmadığını anımsatmaya bile gerek yok. Washington ve Londra’daki emperyalist haydutlar bu dezenformasyon kampanyasını, dikkatleri kendi gerici iç ve dış politikalarından uzaklaştırmak ve “kendi” halklarını 1945-sonrasında girişecekleri yeni askerî maceralara hazırlamak için yürütüyorlardı.
Kuşkusuz Soğuk Savaşın ilk salvoları arasında ABD ve bağlaşıklarının, Sovyetler Birliği’ne, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı Alman ve İtalyan faşizminin kalıntılarının yanısıra Japon militarizminin kalıntılarıyla işbirliği yapma gibi öğeler de bulunacaktı. Bu nedenledir ki; Çin’de, Kore’de ve Güneydoğu Asya ülkelerinde gerçekleştirdikleri korkunç katliamlarla Alman Nazilerinden hiç de “geri” kalmadıklarını kanıtlamış olan Japon militaristleri Nazi liderlerinkini andıran sembolik bir yargılamayla yakalarını kurtaracaklardı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde ABD’nin işgali altına giren Japonya’nın başkenti Tokyo’da toplanan askerî mahkeme, milyonlarca insanın kanını döken Japon militaristlerinin sivil ve askerî önderlerinden yalnızca yedisini darağacına çıkarabildi. İmparator Hirohito’nun başını çektiği bu savaş suçluları İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ve özellikle Soğuk Savaşın başlamasından hemen sonra, ABD’nin önderlik ettiği “Hür Dünya”nın saygın kişilikleri oluverdiler.
Asıl misyonları kapitalist-emperyalist dünya sistemini ayakta tutmak ve dünya işçi sınıfına, diğer emekçilere ve ezilen uluslara karşı ve devrim ve sosyalizm “tehlikesini” önlemek amacıyla acımasız bir savaşım sürdürmek olan ABD emperyalistlerinin, Alman, Japon ve İtalyan faşizminin kalıntılarını kendi kanatları altına almaları, nesnelerin doğası gereğiydi. Anti-faşist savaşın temel hedeflerinden birisi olan denazifikasyon, yani faşizmden ve faşist öğelerden arınma ve emekçi halka karşı en korkunç katliamları gerçekleştirenlerin yargılanması ve cezalandırılması gibi Potsdam Konferansı tarafından da karara bağlanmış olan ilkesel yaklaşımlar, ancak Sovyet Kızılordusu’nun girdiği ve/ya da halk iktidarlarının kurulduğu ülkelerde gerçekleştirilebildi. Buralarda, faşizmin sosyal dayanağını oluşturan büyük toprak sahipleri ve gerici burjuvazi mülksüzleştirildiler ve siyasal iktidardan uzaklaştırıldılar. O günden bu yana yaşanan tarihsel deneyim, işçi sınıfının büyük öğretmenlerinin çok önceleri dile getirmiş olduğu bir gerçeği yeniden ve yeniden doğruladı: Kapitalist sınıf egemenliği sisteminin ürünü olan savaşlara son vermenin yolu, bu sistemi yıkmaktan, insanın insanı sömürmesine ve ezmesine son vermekten geçmektedir.


SONSÖZ
Aradan geçen 60 yıla rağmen insanlık Hiroşima ve Nagazaki’nin karabasanının gölgesinde yaşamaya devam ediyor. O acı günlerden sonra da dünyanın dörtbir yanında giriştiği doğrudan ya da dolaylı saldırganlık yoluyla milyonlarca, hatta onmilyonlarca işçi ve emekçiyi katleden ve Ortadoğu ve Orta Asya’da savaş kundakçılığı yapan Amerikan devlet teröristleri ve onların Siyonist ortakları, bugün de İran’a karşı bir nükleer saldırı hazırlığındalar. Ellerinde, her biri “Küçük Oğlan”dan ve “Şişko”dan binlerce kez daha güçlü binlerce nükleer füze bulunan ABD emperyalistleri bütün dünyayı dev bir Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye çevirmeye hazır olduklarını onyıllardır kanıtlamış bulunuyorlar. Ellerindeki korkunç ve nicelik ve nitelik bakımından sürekli olarak geliştirdikleri konvansiyonel silah stoğuyla yetinmeyen, uzayı silahlandıran, 2001 yılından itibaren nükleer silahların yaygınlaştırılmasına bazı kısıtlamalar getiren uluslararası anlaşmadan çekilen ve değişik tipte yeni nükleer bombalar geliştirmekte olan ABD emperyalistleri, tüm emekçi insanlık için Hitler faşizminden ve onun bağlaşıklarından çok daha büyük bir tehlike oluşturuyorlar. Askerî harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamının askerî harcamalarına eşit olduğu tahmin edilen bu devlet teröristleri çılgınca silahlanmaya, dünyanın her tarafında askerî üsler kurmaya ve kendilerine boyun eğmeyen herkesi tehdit etmeye devam ediyorlar. Halihazırda onlar, İslam ülkeleri işçi sınıfı ve halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halklarına karşı “teröre karşı savaş” adı altında pazarlanan bir savaş yürütmektedirler. Ve emekçi kitleler tarafından devrilene ve silahsızlandırılana değin bu savaşı sürdüreceklerdir. Onları durdurabilecek biricik güç, ezilen ve sömürülen yığınların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm kavgasıdır. Bugün, emekçi insanlığın ivedi ve merkezi görevi, her ulustan, milliyetten, dinden ve mezhepten işçi ve emekçilerin geniş ve militan bir anti-emperyalist birleşik cephesini oluşturmak ve tüm dünyayı köleleştirmek için yola koyulmuş bulunan Amerikan neo-faşizmini ve onun yakın bağlaşık ve uşaklarını tarihin çöplüğüne gömmektir. Yeni Hiroşimalardan ve Nagazakilerden ve tüm dünyanın bir nükleer cehenneme çevrilmesinden kaçınmanın biricik yolu budur.

DİPNOTLAR
(1) Fakat, savaşın sonunun yaklaştığı 1945 yılında ABD ve Britanya emperyalistleri, kısmen Almanya’da, ama daha çok Japonya’da, atom bombasının kullanılmadığı, ama aşağı yukarı aynı ölçüde sivil can kaybına ve büyük maddi yıkıma yol açan çok şiddetli hava saldırıları da gerçekleştireceklerdi. Örneğin, ABD ve Britanya savaş uçaklarının, hiçbir askerî tesisin bulunmadığı ve Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biri sayılan Alman kenti Dresden’e karşı 13 Şubat 1945’te gerçekleştirdikleri ve 14 saat süren korkunç saldırı 60,000’e yakın insanın bombalanarak, yanarak ve havasızlıktan boğularak ölmesine yol açacaktı. Mültecilerle birlikte 1 milyona yakın kişinin bulunduğu tahmin edilen kente 700,000 fosfor bombasının atılması sonucunda sıcaklığın 1,600 dereceye çıktığı için ölen insanların çoğunun cesetlerinin tümüyle yanarak tanınmaz hale geldiği ya da betona ve kentin zeminine karıştığı tahmin ediliyor.
9-10 Mart 1945’te ise 334 B-29 dev bombardıman uçağı 6 milyon kişinin yaşadığı Tokyo’yu üç saat süreyle yoğun bir biçimde bombaladı. 1,665 ton yangın bombasının kullanıldığı bombardımanda yaklaşık 84,000 kişi can verirken 41,000 kişi yaralandı; yer yer kentin içinden geçen ırmağın sularının kaynadığı saldırıda 265,000 kadar bina yıkıldı ve yaklaşık 42 kilometrekarelik bir alan tamamen küle döndü. Ölenlerin çoğunu kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğu bombardımanda B-29 uçaklarının pilotları yanan insan eti kokusundan ötürü kusmamak için oksijen maskesi takmak zorunda kaldılar.
Kapitalizmin vahşeti, sosyalizmin insani niteliğiyle bu alanda da tam bir karşıtlık oluşturuyordu. İkinci Dünya Savaşında ölçülemeyecek derecede fazla kayıp vermiş olmasına rağmen Sovyetler Birliği’nin hava kuvvetleri sadece askerî hedeflere saldırdı ve hiçbir zaman kentsel yerleşim bölgelerinin ve diğer sivil hedeflerin ayrımsız ve yoğun bombardımanında kullanılmadı.
(2) Potsdam Konferansının 24 Temmuz tarihli oturumu sırasında Truman bir ara Stalin’in yanına gelerek ona “bizim artık olağanüstü ölçüde güçlü bir silahımız var” diyecekti. Stalin’in, sakin bir biçimde “bunu duyduğuma sevindim” demesi üzerine Truman ile Churchill, Sovyet liderinin, neyin sözkonusu olduğunu kavramadığı sonucuna vardılar. Oysa, ABD’ndeki ve Manhattan Projesi içindeki ajanları aracılığıyla Sovyetler çoktandır, nükleer çalışmalar hakkında geniş bilgi sahibiydiler.
(3) Azılı bir anti-komünist olan ve Nazi Almanyası’nın Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasından sonra ABD’nin, bu iki ülkenin karşılıklı olarak birbirlerini yormalarına ve tüketmelerine yardımcı olması (!) gerektiğini savunan Senatör Truman o günlerde şöyle demişti:
“Almanya’nın kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliği’ne; Sovyetler Birliği’nin kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar.” (New York Times’tan aktaran Tarih Çarpıtıcıları, İstanbul, İnter Yayınları, 1989, s. 76)
(4) Yani, bazılarının sandığının tersine, “önleyici savaş doktrini” hiç de George W. Bush dönemine özgü değildi; ABD emperyalistleri, en azından Hitler kliğinin yolundan gitmeye başladıkları 1940’ların sonlarından bu yana bu faşist doktrin uyarınca hareket ediyorlar. 1960’larda Vietnam halkına karşı girişilen korkunç saldırı savaşının gerekçesi de Çinhindi’nda ve Asya’da komünizmin yayılmasını “önlemek” değil miydi?
  

Akıllı Binanın Kustuğu Yaşamlar

Tek bir yangın, burjuva sınıfın onlarca gizemini nasıl da açığa çıkarıyor?

Beşiktaş'taki o dev binanın önünden defalarca geçtiniz, kim bilir? İstanbul'un orta yerinde, Boğaz'a nazır bu tepede, gökyüzüne kara bir mezar taşı gibi yükselen binanın içinde, herhalde bürolar, işyerleri olduğunu düşündünüz, sadece bürolar bu kadar soğuk ve kişiliksiz olabilirdi. Üstelik, dünyanın en güzel manzaralarından birine sahip olsa da, tek bir balkon, tek bir açık pencere göremezdiniz.

Sonra bir gün, bir yangın çıktı ve akıllı bina içindekileri kustu ve 1500 insanın bu binayı ev olarak kullandığı öğrenildi. Ama nasıl bir ev hayatıydı ki bu, dünyanın en güzel manzarasını balkonsuz, açılmayan kara camlar ardından izliyordu. Sahi, yangından kaçan tek bir çocuk gördünüz mü o binada?

Cesetlere Yuvalar
Bir zamanlar, sermaye hükümetinin yanında, burjuva sınıfın toplumsal bir rolü de vardı. Sergilemekten gurur duyduğu lüks yaşamıyla, ezilenlerin yutkunarak ama sınıf atlama özlemiyle baktıkları bir rol modeli olma işleviydi bu. Burjuvazi henüz, toplumun vazgeçilmez bir parçası olduğunu ve sistemini de meşruiyetini savunabilecek olduğunu rahatlıkla ilan edebiliyordu. Herkesin görebileceği bir yerde muhteşem köşkler, kapının önünde dizili arabalar, çoluk çocuk mutlu bir aile görüntüsü; hepsi de servete toplumsal saygı kazandırabilmek içindi.

Ama işlerin tersine dönmesi uzun sürmedi. Sermaye biriktikçe, sefalet yayıldı, sınıf bilinci derinlik kazandı. Ve emekçiler artık servet karşısında gıpta ve saygıyla değil, dişlerini gıcırdatarak durmaya başladılar. İşler bu aşamaya varınca, burjuvazinin yaşam tarzı sergilenen değil, saklanan oldu. Ve dahası, kendi varlık ve işlevinin vazgeçilmezliğine kimseyi inandıramaz oldu. Burjuvazi kara bir mezar taşı gibi yükselen rezidanslara taşındı, yeraltında kurulu otoparklardaki kara camlı jiplere bindi ve ancak paparazzilerin teleobjektifleriyle yaklaşabildikleri mekanlarda boy gösterdi.

Nasıl bir yaşam ki bu, balkonsuz kara camlar ardına gizlenmiş, gideceği bankayı, marketi, mağazayı yine bu binaların içinde kurmuş ve de çocuklardan uzak. Nasıl bir korkudur ki bu, hiçbir yerde hiçbir adımda başka sınıfın insanlarıyla yan yana gelmeme gayretkeşliğine milyonlar harcanır. Kuşku yok, o kara camlı balkonsuz binaların içinde burjuvazi, kimseye göstermek istemediği bir yaşam sürüyor: Çürümüşlüğün, fuhuşun, suçun ve işret çukurunun dibinde eşelenen bir yaşam.

Burjuvazinin Gizli İğrençliği...
Garsoniyer denirdi eskiden; burjuvazinin örnek aile yaşamı dışında, gönlünce işrete gömülebileceği ikinci bir ev açardı kendine. Bir yangınla ortaya çıktı ki, İstanbul'da böyle yüzlerce rezidansla seri üretim garsoniyer hizmeti veriliyor.

Pek saygın burjuvaların pek övülen akıllı yatırımlarıyla. Bir zamanlar Manukyan vardı, genelev patroniçesi, vergi rekortmeni, herkes ne iş yaptığını bilirdi, o da kendini saklamaz; “Vergimi veriyorum” derdi. Şimdi, en saygın burjuvalar rahmetlinin işini, en lüks mekanlara, dev binalara taşımış.

Ama burjuvaziye karşı ahlaki suçlamalar kısırdır her zaman. Servetleri biriktikçe çürüyorlar, korkuyorlar, hepsi bu. “Varoşlardan gelip boğazımızı kesecekler” demişti Sakıp Sabancı. Bu sınıf korkusu, tank gibi ipler, elektrikli tellerle çevrili siteler, balkonsuz, camsız akıllı binalar yarattı. Toplumdan yabancılaşan, varlığını, işlevini vazgeçilmez gösterebilme umudu kalmayan; varoluşsal sorunlara gömüldükçe yaşamını ancak aşırı uçlarda tatmin edebilen bir sınıf bu. İspanyol asıllı Fransız yönetmen Luis Bunuel, 1972'de “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği” filminde, derdi zoru karnını doyurmak olan üç zengin ailenin mekanlara sığmaz açgözlülüğünü hicvetmişti. Şimdi, mekanlara hapsolmuş bir iğrençlik ve korkunun filmini olsa olsa Hitchcock çekebilir.

Hamam böceklerinin uyumu

Birgün öğrenci arkadaşların evinde kalıyorum, yıkık dökük gecekondu evi. sohpetler, tartışmalar falan derken su içmek için kalktım mutfağa gittim içtim suyumu baktım dışarıya açılan bir kapı... açım kapıyı dört tarafı duvarlarla çevrili üstü açık bir alan dedim hah burada sigara içilir. içeriye girdim sigaramı ve çayımı aldım çıktım bir sandalyeye oturdum. derken baktım birkaç atılacak, eski eşyanın konulduğu yerden çıtırtılar geliyor. eşyaların arasından(çoğunuz iğrenebilir ama) sevimli mi sevimli, küçük mi küçük bir fare çıktı. o bana bakıyor ben ona bakıyorum. Hafif dikeldi beni tartıyor acaba ne yapacağım diye. 'yahu benden sana zarar gelmez korkma' diye geçiriyorum içimden. zararsız olduğumu anladı sağa sola bakınmaya başladı. sonra etrafta zamk sürülmüş kartonlar gördüm 'bizim hainler' tuzak kurmuşlar. kalkayım korkutayım da tuzağa gelmesin hayvancağız diye doğruldum ben doğrulur doğrulmaz kartona doğru kaçtı yapıştı zakmka eyvah dedim hayvancağız viyak viyak bağırmaya başladı kıpırdayamıyor. o viyakladıkça benim içim gidiyor. düşündüm ne yapabilirim nasıl kurtarırım diye. kaynarsu ile çözmek bile geçti aklımdan yok yok yok... sonunda tek çarenin öldürmek olduğunu kabullendim kartonun köşesinden tuttum dışarıya götürdüm bir taş aldım...sektirmemem lazım bir vuruşta bir vuruşta bitmeli bu iş dedim yapamadım... öylece attım çöpe hayvancağız hala bağırıyor sesi hala kulaklarımdadır. eve girdim geçtim salona olayı arkadaşlara anlattım bütün gece güldüler yarı manyak portresi biçiminde otururken hayvanlarla ilgili gözlemlerimi anlatmaya başladım ilgilerini çekti arkadaşların başladım hamam böceklarini anlatmaya :

bakın arkadaşlar (benim çok sevimli bulduğum) hamam böcekleri çok disiplinli hayvanlardır. birgün bir sabahçı kahvesinde oturuyorum saat sabahın altısı mı ne kanalizasyon kapağı var az ilerde bir boşlukta iki tane anten etrafı yokluyor diktim gözlerimi hemen. antenler etrafı bir müddet yokladıktan sonra kafa çıktı piyasaya antenler kırbaç gibi sallanırken etrafta inceleniyordu. neyse uzatmayayım. derken lider hamam böceğinin sağında üç solunda üç anten göründü. onlarda etrafı yokluyordu. bir müddet sonra lider tamamiyle dışarı çıktı. tabi sağında ve solunda kilerin de kafası göründü. içimden yahu bu nasıl bir uyum diye geçirdim. hatta merak ettim şu anda liderleri ölse ne olur. gidip öldürmek geçti içimden kıyamadım. tahminimce dağılır içeri girerlerdi ve liderlik görevini başkası devralırdı yeniden çıkarlardı. her neyse lider 5 cm ilerlerledi sağ ve sol tarafındakilerde çıktı. arkadan onlarca anten göründü. derken yüzlercesi aynı uyumla yaklaşık kırk dakikada ortaya çıktı. kahveci çay getirdi oda gözlemlemiş olacak İçanadolu şivesiyle ne oldu tanıştın mı bizimkilerle dedi güldü ve gitti. tekrar dönüp baktım birkaç tanesi dışında yok gitmişler...

sayemde bütün gece bu ve buna benzer olayları konuştuk.

bir gün sonra çok sevdiğimiz bir abimiz espirili bir dille arkadaşın birine sordu -ne yaptınız teorik olarak derinleşebildiniz mi ?

arkadaşın cevabı - abi arkadaş bizi hamam böcekleri ve fareler konusunda çok donanımlı hale getirdi bir sonraki konumuz karafatmalar onları da öğrendik mi hiçbir sorunumuz kalmayacak