Boykota karşı - V.I. Lenin

27 Ağustos 2010 Cuma

Sosyalistlerin bir bölümü 12 Eylül 2010 referandumuna ilişkin biricik devrimci politikanın ‘Boykot’ olduğunu savunuyor, ‘Boykot’ tavrını benimsemeyenleri ‘düzen içilikle’ suçluyor. Bu tavra ilişkin gerekçelendirmelerde, ‘Boykot’çular açısından zamanın ve mekanın ya da bir başka deyişle diyalektik metodun pek bir öneminin bulunmadığı, adeta her zamana ve her mekana uyan bir ‘devrimci şablon’ bulduklarını zannettikleri görülüyor.




Bu açıdan, Lenin’in, boykot tavrını farklı dönemlerde başarılı biçimde uygulamış olan Bolşeviklerin Rus devrimi deneyimleri ışığında yazdığı Boykota Karşı makalesini yeniden çevirerek okura sunmayı anlamlı bulduk. Aşağıda makalenin I., II. ve III. bölümleri yer almaktadır. Geri kalan dört bölüm de önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Sendika.Org







[Marxists Internet Archive adresinde yer alan Progress Publishers İngilizce çevirisinden Kasım Akbaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir



***



Sosyal-Demokrat Bir Yayımcının Notları

Sosyalist devrimcilerin çoğunluğu belirlediği son Öğretmenler Kongresi’nde, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesine ilişkin bir karar kabul edildi. Karar Sosyalist Devrimci Parti’nin şöhretli temsilcilerinin de doğrudan katılımı ile alındı. Sosyal-Demokrat öğretmenler ve RSDLP’nin temsilcileri ise, böyle bir kararın ancak bir parti kongresi ya da konferansı tarafından alınabileceği, parti olmayan bir mesleki ve siyasi örgütün karar alamayacağı düşüncesi ile oy vermekten imtina ettiler.



Böylece, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesi meselesi, devrimci taktiğin güncel meselesi olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Her ne kadar resmi bir parti kararı ya da üyelerinin kaleme aldığı bir metin bulunmasa da, temsilcilerinin kongredeki söylevlerine bakılarak, Devrimci Sosyalist Parti’nin bu mesele hakkında karara vardığı görülmektedir. Sosyal Demokratlar açısından ise mesele yeni ortaya çıkmış ve üzerinde tartışılmaktadır.



Sosyalist Devrimciler, kararlarını desteklerken hangi gerekçelere dayanıyorlar? Öğretmenler Kongresi kararı, esasen, Üçüncü Duma’nın tümüyle yararsızlığından, hükümetin 3 Haziran darbesini de ortaya çıkaran devrimci ve karşıdevrimci niteliğinden, yeni seçim yasasının mülk sahiplerinin lehine olduğundan vs. vs.’den söz ediyor.[1] Mesele, sanki Üçüncü Duma’nın devrimci-ötesi niteliği, boykot gibi bir mücadeleyi ya da şiarı kendiliğinden zorunlu kılıp, meşrulaştırıyormuş gibi sunuluyor. Boykotun uygulanabilirliğinin tarihsel koşullarını değerlendirme çabası içermeyen böylesi bir iddianın yersizliği, herhangi bir Sosyal-Demokrat açısından kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Marksist duruşu olan Sosyal-Demokrat, boykota ilişkin son kararını, birisinin ya da bir kurumun tepkiselliğinin derecesine bakarak değil, Rus devrimi deneyiminin de göstermiş olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verir. Eğer birisi, devrimimizin iki yıllık deneyimini göz önüne almadan, bu deneyimi öğrenmeden, boykotu tartışacak olursa, ona, hiçbir şey öğrenememiş olduğunu ve pek çok şeyi de unuttuğunu söyleriz. Boykot meselesini ele alırken işe, bu deneyimi çözümleme çabası ile başlamalıyız.



I.

Devrimimizin boykotun kullanılmasına ilişkin en önemli deneyimi, hiç kuşku yok ki, Bulygin Duması’nın boykotudur. Ayrıca bu boykot, tam ve kesin bir başarı ile de taçlanmıştır. Bu nedenle, ilk görevimiz, Bulygin Duması boykotunun gerçekleştirildiği tarihsel koşulları dikkatle gözden geçirmek olmalıdır.



Bu meseleyi ele alırken, karşımıza iki unsur çıkar: Birincisi, Bulygin Duması boykotu, devrimimizin, (geçici bir süreliğine de olsa) monarşist nitelikli bir anayasa yoluna girmesinin engellenmesi kavgasıdır. İkincisi, bu boykot, kapsamlı, evrensel, güçlü ve hızla yükselen devrim koşullarında gerçekleştirilmiştir.



Şimdi ilk unsuru gözden geçirelim. Her bir boykot, verili kurumsal çerçeve içerisinde değil, aksine o kurumun ortaya çıkışına, daha geniş söylemek gerekirse, etkin hale gelmesine karşı bir mücadeledir. Bu nedenle, boykota, bir Marksist için temsil kurumlarının kullanımının gerekli olduğu gerekçesiyle genel olarak karşı çıkan Plehanov ya da pek çok diğer Menşevik gibileri, yalnızca anlamsız bir doktrinerliği ifade etmektedirler. Konuyu böyle tartışmak, apaçık gerçekleri tekrar ederek, asıl meseleden kaçmaktır. Elbette ki bir Marksist temsil kurumlarını kullanmalıdır. Ancak bu, belli koşullar altında, bir Marksist’in verili kurumsal çerçeve içinde kalmaksızın, o kurumun ortaya çıkışına karşı mücadele edemeyeceği anlamına da gelir mi? Hayır gelmez. Çünkü bu genel kabul ancak, bir kurumun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için hiçbir çıkar yol bulunmadığı durumlar için geçerlidir. Boykot kesinlikle ihtilaflı bir meseledir zira bu tür kurumların ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için başka bir yol olup olmadığına ilişkindir. Plehanov ve şürekâsı, boykot karşısındaki tutumları ile meselenin neye ilişkin olduğunu anlayamadıklarını göstermektedirler.



Her bir boykot, verili bir kurumsal çerçeve içerisinde kalmaksızın, onun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik bir mücadele ise, Bulygin Duması boykotu, her şey bir yana, monarşist anayasal kurumlar düzeninin ortaya çıkışının önlenmesinin mücadelesidir. 1905 yılı, genel grevler (9 Ocak sonrasındaki grev dalgası) ve isyanlar (Potemkin) şeklindeki kitle mücadelesinin olanaklılığını apaçık göstermiştir. Bu nedenle, kitlelerin doğrudan devrimci mücadelesi, gerçektir. Öte yandan, bir başka gerçek, hareketi (kelimenin en doğrudan ve dar ifadesi ile) devrimci yolundan saptırıp, monarşist anayasa yoluna sokmaya çalışan, 6 Ağustos yasasıydı. Bu iki ayrı yolun çatışması, nesnel olarak kaçınılmazdı. Âdeta, devrimin mevcut durumdaki gelişimi için bir yol seçimi söz konusu idi. Şu ya da bu grubun iradesi ile değil, elbette, devrimci ve karşıdevrimci sınıfların göreli gücü ile belirlenecek bir seçim… Bu güç, ancak bir mücadele ile sınanıp, ölçülebilirdi. O nedenle, Bulygin Duması’nı boykot çağrısı, monarşist-anayasal tercihin karşısında, doğrudan devrimci mücadele için mücadele şiarı idi. Elbette, ilki tercih edilerek de mücadele etmek mümkündü. Mümkünün ötesinde kaçınılmazdı. Monarşist anayasa temelinde dahi, devrimi sürdürmek ve yeni kabarmalar için hazırlanmak mümkündü. Monarşist anayasa temelinde dahi Sosyal-Demokratlar için mücadeleyi sürdürmek mümkün ve zorunlu idi. Axelrod ve Plehanov’un 1905’te sıkı ve saçma bir şekilde kanıtlamaya çalıştıkları, herkesçe bilinen bu gerçek, doğruluğunu korumaktadır. Ancak tarihin önümüze koyduğu mesele farklı idi: Axelrod ve Plehanov, “konu dışı” tartışmakta idiler. Bir başka deyişle, Alman Sosyal Demokrat ders kitabının son baskısındaki bir meseleden bahisle, çatışan güçlerin ortaya çıkardığı meseleyi konuşmaktan yan çizdiler. Yakın gelecekte ortaya çıkacak olan, mücadele yolunun tercih edilmesi için mücadele etme gerekliliği tarihsel olarak kaçınılmazdı. Seçenekler şunlardı: Ya eski otorite, Rusya’nın ilk temsil kurumunu toplayacak ve ona uyan devrim, bir süreliğine (belki kısa, belki gerçekten uzun bir süre) monarşist anayasal yola sapacaktı ya da halk, devrimin monarşist anayasal yola sapmasını engelleyip, kitlelerin doğrudan devrimci mücadele yolunu (yine az çok uzun bir süreliğine) muhafaza ederek, eski rejimi silip süpürmek –en kötü ihtimalle onu sallamak- üzere doğrudan saldırıya geçecekti. 1905 sonbaharında, Rusya devrimci sınıflarının karşı karşıya olduğu, ancak Axelrod ile Plehanov’un o sırada fark edemedikleri tarihsel sorun bu idi. Sosyal-Demokratlar’ın aktif boykot savunusu, meseleyi ateşlemenin bir yolu idi. Proletarya partisinin bilinçle yükselteceği bir yol; mücadele yolunun tercih edilmesini sağlama mücadelesi şiarı…



Aktif boykotu savunan Bolşevikler, tarihin önümüze koyduğu meseleyi nesnel olarak yorumladılar. 1905 Ekim-Aralık mücadelesi, gerçekten mücadele hattı tercihine ilişkin bir mücadele idi. Bu mücadele verilirken, şans da söz konusuydu: Devrimci halk, devrimi monarşist anayasal çizgiden çevirerek, liberal-jandarma temsil kurumları yerine saf devrimci türden temsil kurumlarını -İşçi Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi- inşa etme fırsatı verecek şekilde, hâkimiyeti, hemen başta elde etmişti. Ekim-Aralık süreci, özgürlüğün, kitlelerin bağımsız etkinliğinin en üst düzeyde olduğu, monarşist anayasal kurumlardan temizlenmiş bir zemin üzerinde işçi hareketlerinin en yüksek hız ve genişliğe ulaştığı, eski rejimin hali hazırda zayıflatıldığı ancak halkın yeni devrimci iktidarının –İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi-, henüz onu tümüyle değiştirmeye de yeterli olmadığı “hükümdarsız” dönemde, halk kalkışmasının yasa ve yasaklarının uygulandığı bir süreçti. Aralık mücadelesi meseleyi farklı bir yöne taşıdı: Eski rejim, halkın saldırısını, onun mevzilerini ele geçirerek püskürttü. Ancak elbette, o esnada, bu kesin zaferi gözden geçirmenin yeterli zemini yoktu. 1905 Aralık kalkışması, 1906 yazındaki, tek tük ve parçalı ayaklanma ve grevlerle sürdü. Witte Duması’nı boykot çağrısı, bu kalkışmaların yoğunlaştırılıp, genelleştirilmesi çağrısı idi.



Böylece, Rus Devrimi deneyiminin Bulygin Duması boykotu çözümlemesinden çıkartılması gereken ilk sonuç, tarihin, nesnel olarak boykot görünümü altında, şu sorunları gündeme getirdiğidir: Acilen bir ilerleme hattı belirleme mücadelesi, Rusya’nın ilk temsilciler meclisinin toplanması çağrısını eski otoritenin mi yeni oluşturulan halk iktidarının mı yapacağı mücadelesi, doğrudan devrimci bir hat ya da (bir süreliğine) monarşist anayasal bir hat mücadelesi…



Bu cümleden olmak üzere, literatürde boykot şiarının basitliği, açıklığı ve “doğrudanlığı” meselesi, düz mü yoksa dolambaçlı bir ilerleme hattı mı sorusu ile birlikte sık sık, hele söz konusu tartışma yaşanırken daima, gündeme gelir. Halkın, eski rejimi doğrudan alaşağı etmesi; olmadı, zayıflatıp altını oymak suretiyle yeni hükümet kurumlarını oluşturması hiç kuşku yok ki, en doğrudan ve halkın çıkarına olan yoldur. Ancak aynı zamanda en yüksek düzeyde güç gerektiren yoldur. Karşı konulmaz üstünlükte bir güce sahip olunduğunda, cepheden yapılacak bir saldırı ile kazanmak mümkündür. Bu üstünlüğe sahip olunmadığında ise, hiç hareket etmemek ya da yılankavi ilerlemek, hatta geri çekilmek vs. gibi daha dolaylı yollara başvurmak gerekir. Elbette monarşist anayasal çizgi, hiçbir şekilde bu çizgi aracılığıyla daha dolaylı bir şekilde hazırlanıp geliştirilen devrim fikrinin dışlanması anlamına gelmez. Ancak bu yol daha uzun ve dolambaçlı bir yoldur.



Özellikle 1905 (Ekimi’ne kadarki) Menşevik literatürü, Bolşeviklerin bağnazlığı iddiaları ve tarihin dolambaçlı yollarını da göz önüne almaları gerektiği tembihleri ile doludur. Bu özellikteki Menşevik metinlerinde, bize atların yulaf yediğini ve Volga Nehri’nin Hazar Denizi’ne döküldüğünü söyleyen farklı bir tür muhakeme modeli görürüz. Bu muhakeme modelinde, tartışılmaz gerçekler tekrarlanarak, meselenin tartışmaya açık özü gizlenmektedir. Tarihin dolambaçlı bir yol izlediği ve bir Marksist’in en karmaşık ve garip dolambaçlara dahi hazır olması gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Fakat bu gerçeği yineleyip durmanın, tarih birbiriyle rekabet halindeki güçleri doğrudan ya da dolambaçlı bir yol tercihi ile karşı karşıya bıraktığında, bir Marksist’in ne yapması gerektiği sorusu ile hiçbir ilgisi yoktur. Her şeyin olup bittiği böylesi anlarda ya da dönemlerde meseleyi kaçırıp, tarihin dolambaçlı seyrini ileri sürmek, “susturucudaki adam” gibi davranmak ve atların yulaf yedikleri gerçeğine dalıp gitmektir. Öyle ki, devrimci süreçler, çatışan toplumsal güçlerin çarpıştıkları, ülkenin görece çok uzun bir süre takip edeceği doğrudan ya da dolambaçlı bir yöntemi tercih edip etmeyeceği sorununa karar verilen, görece kısa bir zaman aralığını kapsayan tarihsel süreçlerdir. Dolambaçlı yolları hesaba katma gereği, Marksistler’in kitlelere, tarihin en kritik anlarında doğrudan yolun tercih edilmesi gerektiğini anlatabilecek durumda olmaları, kitlelere doğrudan yolun tercih edilmesi mücadelesi sırasında yardımcı olmaları, mücadele çağrılarını yükseltmeleri vb. gerçeğini zerre kadar ortadan kaldırmaz. Ve, doğrudan yolun yerine dolambaçlı yolun tercih edilmesiyle sonuçlanan kritik tarihsel mücadele sona erdiğinde, yalnızca iflah olmaz cahillerle en kalın kafalı ukalalar, doğrudan yolun tercih edilmesi için sonuna kadar direnenlere istihzayla dudak bükerler. Aynı, Treitsche benzeri polis kafalı Alman resmi tarihçilerinin 1848’de Marx’ın doğrudan devrim çağrısı ve devrim şiarı karşısında dudak büktükleri gibi…



Marksizm’in tarihin dolambaçlı yolu karşısındaki tutumu, uzlaşma karşısındaki tutumu ile aynıdır. Tarihte yaşanan her bir zikzak, yeniyi tümüyle yadsıyabilecek güce artık sahip olmayan eski ile eskiyi tamamen yere çalacak güce sahip olmayan yeni arasındaki bir uzlaşmadır. Marksizm, uzlaşmaların hepsini reddetmez. Marksizm, bunları kullanmak gerekliliğini dikkate alır ancak bu, yaşayan ve işleyen bir tarihsel güç olarak Marksizm’i, uzlaşmalara karşı tüm gücüyle mücadele etmekten zerre alıkoymaz. Çelişki gibi görünen bu durumu anlamamak, Marksizm’in temellerini hiç bilmemektir.



Bir keresinde Engels, Komün’ün (1874)[2] Blankist mültecilerinin manifestosu üzerine yazdığı bir makalede, uzlaşma karşısındaki Marksist tutumu, sert, net ve özlü bir şekilde vurgulamıştı. Blankistler, manifestolarında, her ne olursa olsun hiçbir uzlaşmayı kabul etmediklerini yazmaktaydılar. Engels, bu manifestoyu gülünç buluyordu. Ona göre mesele, koşulların bizi mahkum ettiği (ya da koşulların bizi “mecbur ettiği”- Özgün metnin kendisine bakma olanağı olmadan, aklımda kaldığı kadarıyla alıntılamak zorunda olduğum için okuyucudan af diliyorum) uzlaşmaları reddetme meselesi değildi. Mesele, proletaryanın hakiki devrimci hedeflerini açık seçik bir şekilde gerçekleştirmek ve bunu her hal ve koşulda, her türden zikzaklar ve uzlaşmalarla becerebilmektir.



Kitlelere yönelik bir şiar olarak boykotun basitliğine, doğrudanlığına ve açıklığına ancak bu açıdan bakarak kıymet verebiliriz. Boykot şiarının bu faziletleri, kendinden menkul değildir. Yalnızca şiarın kullanıldığı somut nesnel durumda doğrudan mı, dolambaçlı ilerleme yolunun mu tercih edileceğine ilişkin mücadelenin verileceği koşullarda bir anlam ifade eder. Bulygin Duması döneminde bu şiar doğru ve işçi sınıfı partisinin tek devrim sloganı idi. Bunun nedeni en basit, en dobra, en net şiar olması değil, dönemin tarihsel koşulları işçi sınıfı partisinin önüne, dolambaçlı monarşist anayasa seçeneğine karşı basit ve doğrudan mücadele görevini koymasıydı.



Soru şudur; bu özel tarihsel koşulların günümüzde bulunup bulunmadığına hükmetmemizi sağlayacak ölçütler nelerdir? Somut nesnel koşullarda, basit, dobra ve net bir şiarı yalnızca bir ifade olmaktan çıkarıp, gerçek mücadeleye en uygun şiar haline getiren ayırt edici nitelik nedir? Şimdi bu soruyu ele almalıyız.

0 yorum: