“Demokratik özerklik” ne kadar demokratik?

29 Ağustos 2010 Pazar

Demokratik özerklik konusuna biraz daha devam etmemiz gerekiyor. Bir önceki yazımızda iki açıdan bu projenin demokratik olmadığını vurgulamıştık.


Birincisi, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme hakkını karşılayan bir proje değil, sömürgeci egemenliği biraz daha “yaşanabilir” kılmaya yönelik bir projedir.

İkincisi, bu proje halkın özgür iradesini, özgür örgütlenmesini, özgür ifadesini açığa çıkaran ve bunlara dayanan, bunları işleten bir yapıya ve “iktidar sistemine” sahip değildir. Bu ikinci noktayla ilgili bir önceki yazımızda kısaca şunları yazmıştık:

“Demokratik Özerklik Projesi, devlet karşısında, devletle ilişkiler açısından Kürt halkının geleceği ve kaderi üzerinde özgürce söz ve karar sahibi olma hakkını içermediği gibi, başka yönleriyle de demokratik bir içeriğe, işleyişe ve mekanizmalara sahip değildir! Halkın özgürce kendini ifade etme, tartışma, özgürce görüş oluşturma ve bununla karar süreçlerini etkileme olanağı yoktur. Bugüne dek yaratılan siyaset anlayışı ve kültürü, üsten belirlenen çerçevede tartışma, görüş belirtme ve resmi çizgi ve kararı onaylamanın ötesinden başka bir işleyişe izin vermemektedir. Dolayıyla kendi içinde demokratik olamayan bir yapının demokrasiden, kavram olarak özerklikten söz etmesi, hele bunu özgürlük teorisiyle açıklaması, en hafif deyimiyle samimiyetsizliktir.”

Bunu biraz açmakta yarar var. Bir sömürgeci ve zulüm düzenini hedeflemek, ona karşı “yeni bir dünya” amacıyla mücadele etmek çok önemlidir. Ancak bunu da içeren ve bundan daha önemli olan, bu amaçlanan “yeni dünyanın” nasıl olacağı, nasıl kurulacağı ve hangi temellere dayanacağıdır. “Eskiye” karşı mücadele süreci ile birlikte “yeni” bir iktidar ilişkileri sistemi de kuruluyor. Bu, her zaman “soylu” amaçlarla, “devrimin çıkarları”yla, karşı devrimci zora karşı devrimi ve halkı koruma amacıyla meşrulaştırılmıştır. Bu meşrulaştırma süreci, aynı zamanda bir iktidar aygıtının kurulması ve oturtulması sürecidir. Bu devrim aygıtı, aynı zamanda bir iktidar aygıtı olarak şekilleniyor.

Burada ilginç olan bir paradoks var. Bu da, devrim aygıtının veya aynı anlama gelmek üzere iktidar aygıtının programına yazdığı “yeni gelecek ve yeni dünya” hedefiyle çelişmesi, onunla ciddi bir karşıtlık oluşturmasıdır!

Bütün devrimciler, devrimin en temel sorununun iktidar olduğunu belirtirler. Yani egemen devlet iktidarının yıkılması ve yerle bir edilmesi, onun yerine proletaryanın ve emekçilerin iktidarının kurulması... Ancak tarihsel deneyimler ve güncel pratikler de ortaya çıkardı ki, eskinin yerine konulan “yeni” iktidar aygıtı, eskinin “kötü” bir tekrarından başka bir şey değildir.

Sorun, sadece eski iktidarın tasfiyesi değil, “yeni” olanda “güç ve iktidarın” nasıl ve ne şekilde “dağıldığı” ve örgütlendiği sorunudur!

Merkezi iktidar, güç ve yetkinin tek bir merkezde, tek bir kişide toplanması ve yoğunlaşmasının, iktidarın bu yapısıyla denetim dışı kalmasının gerçek anlamda özgürlükle bir ilişkisi olabilir mi? Sadece reel sosyalist devletlerde değil, kendisini parti, örgüt veya cephe olarak tanımlayan hareketlerde de güç, iktidar ve yetki tek elde veya merkezlerde toplandı, toplanıyor.

Bunun sonucu, sadece aracın amacın önüne geçmesi, amacın aracı meşrulaştıran bir araca dönüştürülmesi olmadı, aynı zamanda devrim emekçilerini karar süreçlerinin dışına itti. Ayrıntılara girmek konumuz değil, ancak şu kadarını belirtelim, güç, iktidar ve yetkinin tek elde, tek merkezde toplandığı ve yoğunlaştığı bir zeminde en geniş anlamda demokrasiden -bizim için daha kapsayıcı ve doğru olan özgürlük kavramından- söz etmek sözcüğün tam anlamıyla bir demagojidir!

“Eskiyi yıkmak” önemlidir ancak daha ilk adımdan itibaren eskinin yerine ne konulacağı çok daha belirleyici ve hareketin niteliğini belirleyen bir temeldir! Eskiyi yıkma ve yeniyi yapma süreci bir bütündür. Bu iki yan, gerçek anlamda uyumlu ve birbirini tamamlayan ve geliştiren unsurlar mı? İşte bütün mesele bu noktada düğümlenmektedir! Bugün kendi yapınla, ilişkilerinle, karar süreçlerinle ne kadar eskiyi aşıyorsun ya da gerçekten aşıyor musun? Bu soruların yanıtı, can alıcıdır!

Bu konuda PKK hareketi çarpıcı derslerle dolu bir deneyimdir. PKK, bağımsızlık, demokrasi, özgürlük, sosyalizm idealleriyle yola çıktı. Bu ideallerle bir toplumun devrimci dinamiklerini ortaya çıkardı. Süreç içinde hatırı sayılır olanaklar, değerler ve ilişkiler ortaya çıktı, birikti. Bu, aynı zamanda bir iktidarlaşma süreciydi de…

Ancak özellikle 3. Kongre’den sonra bu iktidar ilişkileri ve olanakları tek bir kişinin elinde despotik bir aygıta dönüştü. Süreç içinde öyle bir noktaya geldi ki, bu bir kişinin dışında kalan bütün kişi ve “kurumlar”, bu bir kişiye hizmet etmek, ona tapınma düzeyinde biat etmek zorunda kaldılar. Öyle bir mekanizma kuruldu ki, “O” her şeydi, tek hâkim, tek karar verici, tek seçici; “diğerleri” ise çalışmak, üretmek, savaşmak ve biat etmenin dışında “hiçbir şeydiler”.

Bunun nasıl ve hangi yöntemlerle gerçekleştirildiğini bugüne kadar genişçe değerlendirdik ve yazdık. Güncele gelecek olursak özetle vurgulanması gereken şudur:

Demokratik Toplum Kongresi, “Demokratik Özerklik” kararını aldı. Bunun tabanın görüşü, tartışmalar sonucu oluşan kararı olduğu söylendi, söyleniyor. Elbette DTK içinde yer alanlar, tartışıyorlar, bu bağlamda bu “karar süreçlerine” de katılıyorlar. Ancak bu tartışma ve karar sürecinin, daha öncekilerde ve benzerlerinde olduğu gibi, “yüksek iradenin” onayı ve özümsenmesinden öte bir anlamı var mı? Özgür tartışma, özgür ifade ve karar süreçlerini etkileme ve bu süreçlerde etkin rol alma hak ve yetkisi olmadan, yani “iktidar” olmadan anılan kongre ve platformların bir anlamı var mı?

Elbette var, “yüksek iradenin” kararlarına uygulama gücü kazandırmak, onları meşrulaştırmak ve özümsetmek.

Kürt halkının kendi kaderi ile ilgili özgür kararını verebilmesi için özgür tartışma, özgür ifade ve özgür örgütlenme zeminlerinin olması gerekir. Bu özgürlük zeminlerinin hem sömürgeci sistem tarafından, hem de halkın bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi içinde ortaya çıkan ve ona dayanan, ama her açıdan onun karşıtına dönüşen “irade” tarafından ortadan kaldırıldığını vurgulamamız gerekir. Şu soru da önemli:

“Demokratik özerklik” kimin iradesi? Gerçekten halkımızın mı, yoksa bu devlet ve düzen tarafından kabul edilmek için her türlü yolu denemekten geri durmayan “iradenin” mi?



24 Ağustos 2010

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/34, 27 Ağustos 2010)

Zaman gazetesi ayıp etti!

Bu da oldu. AKP icraatlarını ülkenin herşeye rağmen demokratikleştiği gerekçesiyle destekleyen ve referandumda "Yetmez Ama Evet Platformu" oluşturanlar ile Zaman gazetesi ilk kez çelişti.


Bugün Beyoğlu Taksim'de "Yetmez Ama Evet Platformu" bir yürüyüş düzenledi. AKP'nin "Evet" kampanyasını "güçlendiren" platform ile AKP'nin referandum çalışmalarında en büyük destekçisi Zaman gazetesi, bu yürüyüş nedeniyle ilk kez ters düştü.

"Darbeciler halka hesap verecek" ve "Öz-öz-özgürlük!" sloganları atarak yürüyen platform bileşenleri Taksim'de 30 bin kişinin yürüdüğünü belirtirken, Zaman gazetesi Cihan Haber Ajansı'ndan aldığı haberle yürüyüşün 5 bin kişi ile yapıldığını yazdı.

Bugüne kadar "Yetmez Ama Evet Platformu" ile referandumda bu şekilde tavır alanlara sayfalarını cömertçe açan Zaman gazetesinin mi kitleyi olduğundan daha küçük gösterdiği yoksa Platform bileşenlerinin mi kitleyi abarttığı anlaşılamadı.



(soLpostal)

Anayasa değişikliği ile ilgili..!!

Arkadaşlar bana gelen sizilerinde okumasında fayda görüyorum.Sanırım uygun bir tartışma konusududur.










ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN İÇERİĞİNİ TAM OLARAK BİLİYORMUYUZ....? YADA HALKIMIZIN VE ÜLKEMİZİN LEHİNEMİ/ALEYHİNEMİ....?



Lehimize gözüken bir kaç maddeyle neleri kaybedeceğimizi biliyormuyuz...?



Mecliste yasa tasarısı eğer yasalaşırsa pek çok hakkımızı kaybedeceğiz (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) 5510 sayılı bekleyen şu anda.



Sağlık ve sosyal güvenlik haklarımızda oluşacak kayıplardan bazıları şöyle:



- Zaten kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı hem kadınlar, hem de erkekler için 65'e çıkarılacak. (Madde 28)



- Emekliliğe hak kazanabilmek için yakın zamanda 5.000 'den 7,000 güne çıkarılan prim ödeme zorunluluğu 9,000 gün prime çıkacak. (Madde 27)



- Emekli maaşları% 23 ila% 33 arasında düşürülecek.(Madde 29)



-Yıpranma hakkı gasp edilecek



-Aylık geliri 1390,6 YTL'den fazla olan bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475 YTLGenel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88)



- Sadece ayakta tedavi olununca değil; hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de 'Katılım payı'adı altında bıraktı ÖDENECEK. (Madde 68)



- 'Katılım payı' Gerektiğinde beş Katına kadar arttırılacak. (Madde 68)



-Bütün Sağlık Hizmetleri Paralı olacak.



- Sağlık hizmeti alabilmek için bu Ülkenin VATANDAŞI olmak, üstelik vergi ödemek, dahası Genel Sağlık Sigortası primi yatırmak, hatta bir de 'katılım payı' ödemek yetmeyecek. Şimdi bir de'ilave ücret'adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5)



- Bütün dünyada anne sütünün önemi yeniden anlaşılır ve emzirme teşvik edilirken Türkiye'de "sigortalının çocuğuna bir ay anne sütü yeter 'mantığı geçerli olacak. Daha önce doğum yapan sigortalılara 6 ay süreyle verilmesi öngörülen altı emzirme yardımı bir ayadüşürülecek.



- Hastalanan sigortalılara verilen iş görememezlik ödeneği % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80)



- Emekli Bağ-Kur'lularının maaşından10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sağlık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88)



- Primini ödeyemeyen vatandaşlar sağlık hizmeti alamayacak, Hastane kapılarından geri dönecek. (Madde 88, 89, 90)



- Primini ödeyemeyen çiftçilerin pamuğuna buğdayına, üzümüne tütününe el konulacak.. (Madde 87)



Şu anda sadece Türkiye'de değil dünyanın pek çok ülkesinde benzer Politikalar uygulanmaya çalışılıyor. Devletler sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarını azaltma çabasındalar. Fransa ve Yunanistan'da büyük grevler ve yürüyüşlerle bu yasalar engellenmeye çalışılıyor. Şu an yasanın getirecekleri ile ilgili yeterli Farkındalık yok. Biz de bu yasayı engelleyebiliriz. Biz karşı koyarsak bu yasayı geçiremezler!



Muhakkak bu maili tüm tanıdıklarınıza iletin!

Onbinlerce insan "Yetmez ama Evet" diyerek yürüdü

12 Eylül'deki referanduma "Yetmez ama Evet" diyenlerin bugün Taksim'deki yürüyüşüne 30 binden fazla insan katıldı. Sıcak havaya rağmen Tünel Meydanı'ndan Taksim Meydanı'na yürüyen onbinlerce kişi, "Darbeciler halka hesap verecek" ve "Öz-öz-özgürlük!" sloganları attılar.




"Yetmez ama Evet" kampanyası, bugün saat 15:00'te Beyoğlu'nda Tünel Meydanı'dan Taksim Meydanı'na bir yürüyüş gerçekleştirdi. 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının talep edildiği yürüyüşe 30 bini aşkın kişi katıldı.



Bayraklarla ve davullarla gerçekleştirilen yürüyüşte, özgürlük talep eden onbinler, "Darbecilerin yargılanması için Yetmez ama Evet", "Hrant'ın katillerinden hesap sorulması için Yetmez ama Evet", "Kürt halkının özgürlüğü için Yetmez ama Evet", "Başörtüsüne özgürlük için Yetmez ama Evet", "Emekçilerin özgürlüğü için Yetmez ama Evet" sloganları attı.



Yürüyüşte ayrıca, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan'daki darbe ve darbe girişimlerine, Diyarbakır Cezaevi'ne, Hrant Dink'in katillerine, Ergenekon çetesine "Bir daha asla!" denildi.

Yürüyüşün sonunda Taksim Meydanı'nda, Yetmez ama Evet kampanyası aktivisti Arife Köse basın açıklamasını okudu. Açıklamada şöyle denildi:




"Değerli basın emekçileri, değerli dostlar,



Bizler, anayasa değişikliğine, "Yetmez", "ama evet!" diyoruz,



12 Eylül Anayasasından ve ruhundan tümüyle kurtulmamızı sağlayacak yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut Anayasa değişiklik paketi 12 Eylül Anayasası'ndan tümüyle kurtulmak yönündeki taleplerimizi karşılamıyor. Ama bu paket darbe anayasasının çöpe atılması yönünde önemli bir ilk adımdır. Daha geniş özgürlükler alanını kazanmak için küçük de olsa bir kapı aralamaktadır.



Bu yüzden YETMEZ AMA EVET!



YETMEZ, çünkü biz, sivil, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik tartışmalarla şekillendirilen, tümüyle yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut anayasanın tamamı idam severlerin anayasasıdır. Necdet Adalı'yı asanların anayasasıdır. Erdal Eren'i asmak için yaşını büyük gösteren Kenan Evren'in anayasasıdır ve tamamen değişmelidir.



YETMEZ, çünkü biz savaşı değil barışı güvence altına alan bir anayasa istiyoruz.



YETMEZ, çünkü biz bütün toplumsal kesimlerin haklarının güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz.



YETMEZ, çünkü biz, ırkçı ve milliyetçi her tür söylemden arındırılmış bir anayasa istiyoruz.



YETMEZ, çünkü biz, insan haklarının ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz.



AMA bu yetmezlere rağmen EVET diyoruz.



EVET, çünkü biz, darbecilerden hesap sorulmasının yolunun açılmasını istiyoruz.



EVET, çünkü biz, fişlenmenin son bulmasını istiyoruz.



EVET, çünkü biz, 12 Eylül'ün hesabının sorulmasını istiyoruz.



EVET, çünkü biz 12 Eylül darbe anayasasının kısmen de olsa değişmesini istiyoruz.



EVET, çünkü biz, rejimin bekçiliğini yapan değil, hukuk kurallarına uyan bir yargı sistemi için istiyoruz.



EVET, çünkü biz, darbecilerin karşısında el pençe divan duran Anayasa Mahkemesi'nden,



Partileri kapatan Anayasa Mahkemesi'nden,



Başörtüsünü yasaklayan Anayasa Mahkemesi'nden,



Yüksek yargıçların yüksek yargıçları seçtiği yargıçlar sultasından,



Şemdinli savcısını görevden alarak Şemdinli bombacılarını koruyan,



HSYK'nın bugünkü yapısından kurtulmak istiyoruz.



EVET, çünkü biz, askere sivil yargının yolunun açılmasını istiyoruz.



EVET, çünkü biz, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmamasını istiyoruz.



12 Eylül cuntasının anayasasından kurtulmak için yeterli olmayan değişiklikleri, "Yetmez ama Evet!" diyerek savunuyoruz.



Yeni bir anayasanın yapımını kolaylaştıracağı için 12 Eylül günü, 12 Eylül anayasasında yapılan değişikliklere, "Yetmez ama Evet" diyoruz.



13 Eylül'de özgürlükler için, tüm ezilen kesimlerin hakları için, kamu çalışanlarının grev hakkı, Kürt halkının özgürlükleri, başörtüsü üzerindeki baskıların son bulması, Hrant'ın katillerinin ve katillerini örgütleyenlerin hesap vermesi için mücadele etmeye, tüm darbeciler yargılanana kadar, Kenan Evren ve şurekasından Kafes ve Balyoz darbecilerine kadar, Ergenekon çetesinin tüm üyeleri en ağır cezalara çarptırılana kadar mücadelemize kaldığımız yerden devam edeceğiz."

16 kişiyi öldüren çete kurtarıldı

JİTEM’ci subaylar, özel harekât polisleri ve PKK itirafçılarından oluşan Yüksekova Çetesi ile ilgili 1996 yılında açılan davanın zamanaşımı süresi dün sona erdi. Davayı takip eden avukatlardan Yaşar Altürk, davanın zamanaşımına uğradığını belirterek, davanın düştüğüne dair tebligatın biriki ay içinde Yargıtay’dan gelebileceğini söyledi. Yüksekova Davası’nda zamanaşımıyla ilgili hukukî bir hata yapıldığını belirten avukatlar, tıpkı Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılmasında olduğu gibi hesap hatası yapıldığını söylemişlerdi. Hukukçulara göre davanın normal zamanaşımı süresine daha üç yıl var. Diğer yandan avukat Altürk, dava dün zamanaşımına uğramasaydı yeniden başlayacak hukukî sürecin de üç yılı bulabileceğini ifade etti. Hukukçular, Yüksekova Çetesi’nin yargılandığı davanın “insanlığa karşı işlenen suçlar” ve “ağırlaştırılmış şekil” kapsamında olduğu bu açıdan hukuken zamanaşımı uygulanamayacağı görüşünde.






Üniformalı çete



1996 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde PKK itirafçısı “Havar” kod adlı Kahraman Bilgiç’in, Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz’a verdiği ifadelerle ortaya çıkan Yüksekova Çetesi, 1990’ların başından itibaren Güneydoğu’da yürütülen faili meçhul cinayet, gözaltına kayıp, uyuşturucu kaçakçılığı, PKK adı altında haraç toplama gibi birçok faaliyeti gözler önüne sermişti. Ağırlıklı olarak subay ve polislerin oluşturduğu, PKK itirafçıları ve bölgeden bazı belediye başkanlarının da dahil olduğu suç örgütü, kamuoyunda “üniformalı çete” olarak da adlandırılıyordu.





Her şey Lice’de başladı



Yüksekova davasının zamanaşımı tarihi, çeteye isnat edilen suçların başlangıç tarihindeki muğlaklıktan kaynaklanıyor. Davada dikkate alınmasa da çetenin hikâyesi, Lice’de, Diyarbakır Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın Kanas suikast silahıyla öldürülmesiyle başlıyor. İtirafçı Bilgiç’in ifadesini alan Astsubay Hüseyin Oğuz’un verdiği bilgilere göre, PKK itirafçısı olan suikastçıyı bir albay, Kanas silahıyla birlikte Hakkari’den helikopterle Lice’ye getirmiş ve PKK’nın üzerine yıkılan Bahtiyar Aydın suikastı bu şekilde gerçekleştirilmişti. Oğuz o albayın ismini vermedi ancak Yüksekova Çetesi’ni işaret etti. Bazı iddialara göre suikastçıyı helikopterle Yüksekova’ya götüren albay, Yüksekova Çetesi Davası’ndan yargılanıp beraat eden Albay Hamdi Poyraz’dı.





Esat Canan davayı basına taşıdı



Çetenin uyuşturucu ticareti, adam kaçırma gibi faaliyetleriyle ilgili tanıklık yapan Kahraman Bilgiç’in verdiği bilgilere göre, Hakkari Milletvekili Esat Canan’ın yeğeni Abdullah Canan da bu çetenin kurbanlarından biriydi. Bilgiç’in ifadelerini yazılı hale getiren Hüseyin Oğuz, Jandarma Alay Komutanlığı’nda çok kötü bir muameleyle karşılaşmış, alaydan dışarı çıkması hatta telefonla görüşmesi bile yasaklanmıştı. Alayda bir fırsatını bulup Esat Canan’a ulaşan Oğuz, Canan’dan yardım istedi. Canan ise iddiaları basınla paylaşarak kamuoyunun dikkatini Yüksekova’ya çekmeyi başardı. Esat Canan’ın girişimleri sonucu Hüseyin Oğuz ve Kahraman Bilgiç Diyarbakır DGM’de ifade vererek dava açılmasını sağladı.





Çeteye ağır suçlamalar



Yüksekova Çetesi’yle ilgili hazırlanan iddianamede, söz konusu suçların Yüksekova Tugay Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz, Yüksekova Sınır Tabur Komutanı Yarbay Kamber Oğur ile Dağ Komando eski Tabur Komutanı M. Emin Yurdakul’un bilgisi dahilinde işlendiği belirtildi. Soruşturmayla ilgili yapılan operasyonlarda adı geçen askerlerle birlikte Yüksekova Belediye Başkanı Ali İhsan Zeydan, Esendere Belediye Başkanı Tahir Akarsu, Üsteğmen Bülent Yetüt, Korucubaşı Kemal Ölmez, PKK itirafçısı Kahraman Bilgiç, Özel Harekât Polisi Enver Çırak’ın aralarında olduğu 13 kişi tutuklandı. Yakalananlar, çete kurmak, gasp, uyuşturucu kaçakçılığı, fidye, haraç gibi suçlamaların yanı sıra Esat Canan’ın yeğeni Abdullah Canan’ın da aralarında olduğu 16 kişinin öldürülmesi suçlarından yargılanacaktı.





Bütün mahkumiyetler bozuldu



Diyarbakır’da 2001 yılında sonuçlanan davada M. Emin Yurdakul gasp ve bombalamadan 25 yıl, Enver Çırak, dört yıl, Bülent Yetüt 7 yıl, Kemal Ölmez 13 yıl Kahraman Bilgiç ise 30 yıl hapse mahkûm edildi. Albay Hamdi Poyraz ceza almazken, Beldiye Başkanı Zeydan ve diğer sanıklar beraat etti. Mahkumiyet kararları Yargıtay 6. Ceza Dairesi tarafından eksik soruşturma gerekçesiyle bozulurken, Hakkâri Ağır Ceza’da yeniden görülen dava 18 Kasım 2005’de beraatla sonuçlandı. Yargıtay 6. Ceza Dairesi bu kez beraat kararını hemen onadı, 28 Kasım 2007 tarihinde de dava zamanaşımına uğratıldı. Davacı vekilleri bu kez Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na başvurdu. Dava üç yıl boyunca bekletildikten sonra dün zamanaşımı süresi sona erdi.





Zamanaşımı karmaşası nereden kaynaklanıyor



2007 yılında Yargıtay Ceza Dairesi’ne başvuran Avukat Yaşar Altürk, verdiği dilekçede, davaya konu olan suçların isnadı bakımından zamanaşımı süresinin 15 yıl olduğunu ifade etmişti. Altürk, başvurusunda delillerin çokluğuna rağmen, sanıklar hakkında Hakkâri Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen beraat kararının da bozulmasını istemişti. Dilekçede ayrıca kanunda yer alan cezanın yukarı sınırının gözetilmediği ve bu olayda zamanaşımını kesen durumlar bulunduğu halde dikkate alınmadığı belirtildi. Davaya konu suçlardan biri olan yağma suçunun gerçekleştiği tarih 27 Ağustos 1995 olarak belirlendiği için TCK’nın zamanaşımını düzenleyen 66/1 maddesi uyarınca 15 yıllık zamanaşımı dün sona erdi. Ancak davada faili meçhul cinayetlerden 20 yıldan fazla ceza alan sanıklar olduğu halde, zamanaşımı süresi belirlenirken bu durum dikkate alınmadı.





İşadamı, muhtar ve köylüler...



Bölgede 16 faili meçhul cinayet Yüksekova Çetesi ile ilişkilendirilirken bu davaların hepsi AİHM’de Türkiye’nin aleyhine sonuçlandı. Çeteyle ilişkili olaylardan biri 27 Ekim 1995 tarihinde, Ağaçlı köyünde meydana geldi. Şemsettin Yurtseven, Mikdat Özeken ve Münir Sarıtaş, gözaltına alındıktan sonra bir daha kendilerinden haber alınamadı. Hakkari Milletvekili Esat Canan’ın yeğeni Abdullah Canan da gözaltına alındıktan sonra cesedi bulunan kurbanlardan. Yüksekova Beşbulak Köyü Muhtarı Sabri Çardakçı da çetenin kurbanı olan 16 kişiden biri.





Esat Canan: Hükümet faili meçhul cinayetler için düzenleme yapmalı



Dönemin CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan’ın yeğeni Abdullah Canan, 17 Ocak 1996’da Yüksekova-Van karayolunda aracı durdurularak indirilmiş, 45 gün sonra Yüksekova Esendere Kısıklı Köprüsü altında işkence edilerek öldürülmüş halde bulunmuştu. Canan’ın ölümünden Hakkari Komando Tabur Komutanı M. Emin Yurdakul sorumlu tutulmuştu. Abdullah Canan’ın Yurdakul hakkında yasadışı köy boşaltmak iddasıyla suç duyurusunda bulunduğu bu yüzden aralarının açık olduğu belirtiliyordu. İddilara göre Canan bu şikâyetten sonra öldürülmüştü.

Yeğeni Abdullah Canan’ı Yüksekova Çetesi’ne kurban veren dönemin Hakkari Milletvekili Esat Canan, bölgedeki faili meçhul cinayetlerin ve çetenin işlediği diğer suçların ortaya çıkarılması için yıllarca mücadele etmişti. Artık Yüksekova Davası’yla ilgili hukuken yapılacak bir şey kalmadığını belirten Canan, davalardaki zamanaşımı engelinin aşılması için faili meçhul cinayetlerle ilgili özel bir düzenleme yapılması gerektiğini söyledi.

KESK masadan kalkma çağrısı yaptı

İSTANBUL (28.08.2010)- KESK İstanbul Şubeler Platformu üyeleri, toplu görüşmelerin 4. oturumunun yapıldığı bugün İstiklal Caddesi'nde yürüyüş gerçekleştirdi. Toplantılara katılan Kamu-Sen ve Memur-Sen'e seslenen KESK, “Çekilin sonbaharda genel grev örgütleyelim” çağrısında bulundu.




AKP Hükümeti ile memur sendikaları arasında yapılan toplu görüşmelerin 4. oturumu bugün yapılıyor. Toplu görüşmeleri protesto eden KESK İstanbul Şubeler Platformu üyeleri, Genel Başkan Sami Evren'in katılımıyla bir yürüyüş gerçekleştirdi.



Taksim Tramvay Durağı'nda toplanan KESK üyeleri, Galatasaray Meydanı'na yürüdü. Yürüyüş sırasında sık sık “Toplu sözleşme hakkımız grev silahımız”, “Yüzdelik zam değil toplu sözleşme”, “KESK'li tutuklular serbest bırakılsın” sloganları atıldı.



Meydanda bir konuşma yapan KESK Genel Başkanı Evren, toplu görüşmelerin dördüncü oturumunun devam ettiğini belirtti. Bugün yapılan toplu görüşmelerde mali konuların görüşüldüğünü söyleyen Evren, Memur-Sen ve Kamu Sen'e masadan kalkma çağrısı yaptı. “Toplu sözleşme hakkı olmadan çalışanların hak ve örgütlülükleri korunamaz” diyen Evren, iki konfederasyonun da hükümet ile içli dışlı olduğunu söyledi. Ve bu konfederasyonların muhtemelen referandum öncesi hükümetin sunduğu teklife imza atacağını söyledi.



Kamu-Sen ve Memur-Sen'e seslenen Evren “Oradan bir çıkarınız var olmazsa masadan çekilirsiniz. Çekilirseniz sonbaharda milyonlarca emekçiyle genel grevi örgütlersek asıl o zaman toplu görüşme olur” şeklinde konuştu.



­KESK İstanbul Şubeler Platformu adına bir açıklama yapan Ahmet Acar da AKP hükümetinin bu yıl da emekçi memurların önüne aynı yemeği ısıtıp koyduğunu söyledi, “Ancak bu yemek kokuşmuştur” yorumunda bulundu. “Bizler enflasyona dayalı hesaplamayı, yüzdelik artışları kabul etmiyoruz” diyen Acar, emekçilerin en az bin 650 TL olan temel ücret taleplerinin kabul edilmesini istedi. Toplu görüşmeler sürecinde Bakan Yazıcı'nın kamuoyuna yaptığı açıklamaların gerçekleri yansıtmadığını belirten Acar, “Kamuoyuna KESK'in talepleri marjinal diyen Bakan mı haklı, KESK mi haklı?” diye sordu. Hükümetin emeğe ve emekçilere bakış açısının değişmesi gerektiğini belirtti. Acar da toplu görüşme masasına oturan konfederasyonlara “imza atmayın” çağrısı yaptı.



Halen 7 KESK üye ve yöneticisinin tutuklu olduğunu hatırlatan Acar, geçtiğimiz günlerde DİVES üyesi Lokman Özdemir'in de gözaltına alındığını hatırlattı, KESK üye ve yöneticilerinin serbest bırakılmasını istedi.(ETHA)

15 Ağustos: Bir Halkın Dirilişi

27 Ağustos 2010 Cuma

HEVES DEMİR




15 Ağustos 12 Eylül faşizminin yarattığı bütün yıkıcı sonuçlara karşı güçlü bir umut yaratarak Kürdistan topraklarına yerleşmiş ve halklaşmayı başarmıştır. 15 Ağustos, baskı, sindirme ve asimilasyon politikalarıyla korkutulan, sindirilen Kürtlerin toplumda kendine güven ve cesaretini geliştirmiştir.



Kürt halkının tarihinde önemli bir yer tutan 15 Ağustos’un yıl dönümündeyiz. 15 Ağustos’ta Kürtler Türk Devletine karşı isyanı resmen ateşledikleri silahlarla başlatmıştır. Eruh ve Şemdinli’de ateşlenen silahlar, artık geri dönüşü olmayan bir tarihe işaret etmiş ve 15 Ağustos 1984′te yapılan eylemler, günümüzde Kürt sorununun dünya gündeminde de yer bulmasında belirleyici bir rol oynamıştır.





Bazı halkların tarihinde dönemeç niteliğinde olan süreçler ve bu süreçlere yön veren kişiler vardır. Kürt halkının tarihini de irdelediğimizde özellikle Kürt özgürlük hareketinin 27 Kasım 1978'de kuruluşuyla, en büyük dönemeçlerinden birini yaşadığını görürüz. 15 Ağustos 1984 de ise Kürt halkının silahlı mücadele tarihinin başladığını görüyoruz.





Tarihe şöyle bir göz attığımızda PKK'nin 1981 yılının Mart ayında I. Konferansını düzenlediğini, bu konferansta Kürdistan'ın durumunu tartışmaya başladığını hatırlayacağız. Askeri hazırlıkların başlatılması kararının alındığı bu konferansta aynı zamanda Güney Kürdistan'la ilgili girişimler de yer alıyordu. Bağımsızlık fikrinin tümden kabul edildiği konferansı 20-25 Ağustos 1982′de 'ülkeye dönüş' kararının alındığı II. Kongre izledi. 1983 sonbaharında gerilla faaliyetlerinin başlatılmasının karara bağlandığı bu kongrenin ardından küçük gruplar halinde Türkiye'ye giren ve bazı küçük çatışmalar yaşayan PKK'liler, 1984 yılında partinin askeri kanadı olan Hêzên Rizgarîya Kurdistan'ın (HRK - Kürdistan Kurtuluş Güçleri) kuruluşunu ilan etti ve ilk büyük ölçekli silahlı eylemlerini yaptı.





Bağımsız Kürdistan istemiyle silah kullanacağını ilan eden HRK'nin başında Mahsun Korkmaz bulunmaktaydı. 'Agit' kod adlı Mahsun Korkmaz komutasındaki '14 Temmuz Silahlı Propaganda Birliği' Eruh-Şırnak-Pervari bölgesine, Abdullah Ekinci komutasındaki '21 Mart Silahlı Propaganda Birliği' Hakkari-Çukurca-Şemdinli ve Ali Ömürcan komutasındaki '18 Mayıs Silahlı Propaganda Birliği' ise Van-Çatak bölgelerine saldıracaktı. Ancak Ali Ömürcan'ın birliği hücuma geçemedi. 15 Ağustos'ta akşam 21.30'da Eruh ve Şemdinli'de PKK ilk büyük ölçekli silahlı eylemini gerçekleştirdi. 15 Ağustos 1984′de yapılan bu eşzamanlı silahlı eylemler ile uzun süreli halk savaşına başladıklarını ilan eden PKK, bu tarihten sonra Türk askeri güçleriyle sürekli bir çatışma halinde oldu.





Evet, 15 Ağustos 1984 silahlı atılımının Kürt halkının varlık- yokluk ikilemi içinde olduğu, bir dönemde gerçekleşmiş olması hem tarihi hem de güncel önem arz etmektedir. 12 Eylül faşizminin ağır etkilerinin yaşandığı, baskı ve işkencelerle halkın iradesinin kırıldığı, devrimci, yurtsever kadroların zindanlarda teslim alınmaya çalışıldığı bir dönemden sonra gerçekleştirilen bu silahlı baskın güven, inanç, irade ve özgürlüğün yeni adı olmuştu. Kürt toplumunda köklü değişiklikler yaratmış, altüst oluşlara neden olmuştur. Toplum düşüncesinde, duygularında büyük değişikliklere yol açmış, buna bağlı olarak yaşam tarzında, beğeni ölçülerinde köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Yeni bir yaşam tarzı ve anlayışı, yeni bir kültür şekillenmeye başlamıştır. Sömürgeci, inkarcı zihniyete dayalı bütün kültür, yaşam, ahlak, kişilik, siyaset ve örgüt büyük bir darbe almış ve yıkılmıştır. Bunun yerine yeniye dayalı duygular, düşünceler, örgüt ve eylem biçimi gelişmiştir. Ölü sanılan bir halk 15 Ağustos’la birlikte üzerindeki ölü toprağını atmış ve ayağa kalkmıştır. Özgürlüğe ne kadar tutkulu olduğunu ve özgürlükten hiç bir zaman vazgeçmeyeceğini çok net bir biçimde ortaya koymuştur.





15 Ağustos 12 Eylül faşizminin yarattığı bütün yıkıcı sonuçlara karşı güçlü bir umut yaratarak Kürdistan topraklarına yerleşmiş ve halklaşmayı başarmıştır. 15 Ağustos, baskı, sindirme ve asimilasyon politikalarıyla korkutulan, sindirilen Kürtlerin toplumda kendine güven ve cesaretini geliştirmiştir. Tüm dinlerden, kültürlerden, mezheplerden bireyleri özgürlük ideolojisinde birleştirmeyi başarmıştır. 15 Ağustos bugün hala halklara ve özgürlük mücadelesi yürütmek isteyen güçlere büyük bir umut vermeye devam ediyor.

DTK ve Demokratik Özerklik

SITKI GÜNGÖR




PKK, 1 Haziranda tek taraflı eylemsizlik kararını sonlandırdı. Böylece özellikle Kürdistan siyasi yaşamında yeni bir dönemin kapısı aralandı. Kırda ve kentlerde yaşanan etkili gerilla eylemleri yalnızca savaşın düzeyini yükseltmekle kalmadı, Kürt sorununu sarsıcı bir şekilde tartıştırır hale getirdi.



Gelişmeler, Batı'da iç savaş nüveleri taşıyan şovenizmin kitlesel linç-talan gösterileri şeklinde karşılık bulurken, Kürdistan’da ise siyasal taktik anlamında daha ileri adımların atılması şeklinde vuku buldu. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) 4. Olağan Genel Kurulu tam da böylesi kritik bir eşikte toplandı. Demokratik Özerklik kongrenin ana gündemi olarak şekillendi ve sonuç bildirgesinde önemli bir yer tuttu. Milyonlarca Kürt emekçisi DTK’dan çıkan demokratik özerkliği büyük coşkuyla karşıladı. Ancak sanıldığının aksine DTK, Demokratik Özerklik projesini yalnızca son genel kurulunda gündemine almadı. Kuruluşunu, 26–27 Ekim 2007 tarihinde yaptığı ilk genel kurulda Demokratik Özerklik projesiyle duyurdu. Yaklaşık bir yıl önce toplanan 3. genel kurulunda ise aldığı kararlarla demokratik özerkliği doğrudan ilgilendiren temel alanlarda (Kürt sorununda çözüm, anayasal öncelikler, alternatif ekonomi ve istihdam, Mezopotamya’da inanç ve kültür, uluslararası müzakere ve çözüm deneyimleri, demokratik eğitim ve anadil) oluşturduğu çalıştaylarla projeyi gündemleştirdi.



Ne var ki, Kürt sorununda son dönemde yaşanan siyasal gelişmeler, demokratik özerklik projesini de yeni bir düzleme çekti. Ulusal demokratik öncü bakımından bu proje düne kadar esasen programatik bir görüşü ifade ediyordu. Kürt sorununa çözüm temel asgari demokratik taleplerle gündemleştiriliyordu. Devletin bu talepler karşılığında en ufak bir adım atmaması, dahası stratejik tasfiye planlarına yönelmesiyle durum değişti. PKK, yalnızca askeri anlamda taktik değişikliğine gitmekle kalmadı, milyonlarca Kürt emekçisini demokratik özerkliği –devletten bir şey beklemeksizin– adım adım örmeye çağırdı. Demokratik özerklik temel ulusal talepleri içinde barındıran daha bütünlüklü, yekpare bir çözüm projesi olarak ortaya kondu. Proje, güncel politikanın temel bir eylem sloganı haline geldi. Bu durum, ulusal demokratik hareketin geldiği düzeyi göstermesi bakımından da anlamlıdır.



DTK’nın yaptığı demokratik özerklik ilanının önemli olmasının arkasında yatan siyasal neden budur. Öte yandan, DTK, demokratik özerkliği kabul edip etmemeyi değil, nasıl hayata geçireceğini tartışmış ve karara bağlamıştır. Her ne kadar çeşitli teorik, felsefi-ideolojik tartışmalar yapılmış olsa da, esasen projenin uygulanabilirliği ve nasıl yaşamsallaştırılacağı karar altına alınmıştır. Bu kapsamda başta anadilin kullanımı olmak üzere önemli politik kararlar alınmış, sömürgeciliğin ekonomik, siyasi, ideolojik ve örgütsel hegemonyasını zayıflatmanın, geriletmenin ve kendi bölgesel iktidarını örmenin tasarıları üzerine yoğunlaşılmıştır. DTK’da yer alan halk örgütlenmelerinin yüksek bir özgüvenle konuyu tartışması ve somut politik kararlar alması önemli bir başka yandır.



DTK, Kürdistan’da önemli bir platform. Benzerleri dünya siyaset tarihinde var. Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Hindistan Ulusal Kongresi (INC) bunların başta gelenleri. DTK, hem izlediği siyasal süreç hem de somut örgütlenme itibariyle daha ziyade ANC modeline yakın. ANC’de, Güney Afrika siyasal yaşamında kabile liderlerini, kimi halk temsilcilerini ve kilise organizasyonları ile yerli halkın mücadelesinin kanaat önderlerini bir çatı altında toplamıştı. DTK’da Kürdistan’da benzer bir işleve sahip. Denilebilir ki, bir yasama meclisi rolü oynuyor. Bileşiminde Mezopotamya’daki çeşitli politik örgütlenmelerden inanç örgütlerine, demokratik kitle kuruluşlarından aydın ve yazarlara, seçilmiş yerel yöneticilerden Kürt parlamenterlere kadar oldukça geniş bir yelpaze var. Yurtsever demokratik öncünün ağırlığı olsa da sosyalistinden liberaline, Alevi'sinden Süryani'sine kadar demokratik çözüm etrafında farklı siyasal-kültürel-ideolojik akım ve örgütleri bir arada topluyor. Son genel kurulda alınan Demokratik Özerk Kürdistan işte bu bileşimin oy birliğiyle karar altına alındı. Kararın dikkat çeken en önemli yanlarından biri de budur.



DTK, bugün Kürdistan’da bir nevi ulusal cephe örgütü olma yolunda ilerliyor. Kürt sorununu sosyalist dünya görüşünden ele alan ve mücadelesini veren sosyalist yurtseverler de Kongre’nin bir bileşeni. Ulusal sorunun çözümünde Demokratik Özerkliğin yeterliliği kuşkusuz tartışmaya açık bir konudur. Ancak sosyalist yurtseverler soyut teorik tartışma ya da polemiklerden hareket ederek bu güçlü reform hareketinin dışında tutamazlar kendilerini. Demokratik Özerlik, önemli ve güncel bir hak talebidir. Yapılması gereken politik faaliyetin düzeyini yükselterek hareketin daha ileriye çekilmesi, güçlü kılınmasıdır.

Kürtlerle barış, burjuvaziyle savaş!

ALP ALTINÖRS




Faşist kalabalıklar İnegöl'de, Dörtyol'da Türk halkının onurunu yerlerde süründürdüler. Halkımızın alnına 'linç' zorbalığının gölgesini düşürdüler.



Mutlaka dikkatinizi çekmiştir, Kürt vatandaşlarımızın dükkanlarını yakanların, mahallelerine saldıranların büyük kısmı işçi, işsiz ve yoksul Türklerden oluşuyordu. Faşizm, yoksulluğun o ağır bunalımını Kürtlerin üzerine salmaya çalışıyor.



Rusya'da 1900'lerin başında işçi sınıfı devrime yönelmesin diye, ne zaman bir kriz çıksa, Çarlık, Yahudi kırımları (pogromlar) düzenlerdi. Yoksulluktan bunalan Rus yığınlara 'yoksulluğun sebebi' olarak Yahudileri gösterir ve linç ettirirdi. Bugün Almanya'da, en alttakiler, dışlananlar, yoksullar neo-Nazi hareketlerince örgütleniyor, “Dışarıdan gelip ekmeğimizi çaldılar” denerek göçmen Türklerin üzerine saldırtılıyor.



Burjuvazi çok iyi biliyor ki, Yahudi kardeşini katleden Rus işçisi, Türk kardeşini katleden Alman işçisi veya Kürt kardeşini katleden Türk işçisi onun hizmetindedir. Öfkesi, kini, hesap sorma güdüsü kendi kardeşine yöneltilmiştir. Burjuvaziye zararı dokunmaz!



Yağma ve linç, yükselen Kürt ulusal demokratik taleplerini ezmek amaçlıdır. Aynı yağma ve linç, kriz koşullarında biriken sınıfsal öfkeyi karşıdevrimci amaçlara seferber etmek içindir. İşte böyle yönetiyorlar! Bizi böyle aldatıyorlar!



Batı illerine göç eden ve buralarda tutunmaya çalışan Kürt nüfus, ırkçılığın ana hedefidir. 50 yıl önce Rumlara yapılan yağma ve linç saldırısı, şimdi Kürtlere yöneltiliyor. Artık sorun 'uzaktaki' bir halka düşmanlığın çok ötesindedir. Aynı kasabada yaşadığı, aynı işyerinde çalıştığı, aynı sokakta dükkan açtığı insanlara düşmanlık düzeyine vardırılmıştır. İşçi sınıfının da ulusal aidiyetler temelinde kamplaşması düzeyine varmıştır.



Artık ayaklarını frenden çekmelerine ramak kaldı. İnegöl ve Dörtyol'la birlikte; artık iç savaşın eşiğindeyiz. Burjuvazi ve faşizm, iktidarını sağlama almak için, işçilerin ve yoksulların iç savaşını örgütlüyor.



Peki devrimciler? Biz neyi örgütleyeceğiz? Sorunun etrafından dolanmaya, yokmuş gibi davranmaya mı çalışacağız? “Antiemperyalizm”, “devrim”, “sosyalizm” amaçlarımızın öznesi olan sınıf ikiye bölünmüş ve birbiriyle çatıştırılıyor! Bu sorunu çözmeden nasıl ilerleyebiliriz? Toplumsal mücadeleyi nasıl atılıma geçirebiliriz?



Öyleyse biz devrimciler, “halkların barışını” örgütleyeceğiz. Türk ve Kürt işçilerin, yoksulların, ezilenlerin kucaklaşmasını sağlayacağız. Bunun anlamı, her şeyden önce, Türk halkının, Türk işçisinin, Türk emekçisinin Kürt sorununda aydınlatılması, burjuvazinin yalanlarının etkisinden kurtarılması ve savaş konusundaki tutumunun değiştirilmesi demektir. Türk halkı, Kürt ulusal demokratik taleplerini destekleyen bir tutuma çekildiğinde, öfkesi de kardeşine değil, sınıf düşmanına yönelecektir. Sınıf mücadelesinin önünün açılması demektir bu.



Batı'daki işçi sınıfı ve ezilenler açısından barış mücadelesi; Türk şovenizmine karşı mücadele demektir... Kürt emekçileriyle sınıfsal kucaklaşma demektir... Devletin örgütlemekte olduğu 'yoksulların iç savaşı'nın boşa çıkarılması demektir... Sınıf mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması demektir.



Buna herkesten önce ihtiyacı olan, en ağır yaşam koşulları altında sömürülen Türk işçisidir. Türk işçisi, burjuvazinin ona 'sunduğu' üstünlük yalanını, ezen ulus psikolojisini yırtıp atmadan, Kürt halkıyla tam hak eşitliğini kabul etmeden, gerçek kurtuluşu için kavgaya girişme bilincine ulaşamayacaktır.



Biz, Türk halkının devrimci evlatları olarak, Kürt halkıyla barışı ve kucaklaşmayı örgütlemeyi, öncelikli görevimiz saymalıyız. Türk işçisi, sadece dayanışma için değil, kendi kurtuluşunu hazırlamak için de barışa ihtiyaç duyuyor.



Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda, Rusya'yla savaşan Almanya'nın işçilerine “Düşmanımız Doğu'da değil, Berlin'de” diye haykırmaya cesaret eden Rosa Luksemburg'un izinden yürümeliyiz. Kürt halkıyla demokratik barış bilincinin gelişimi, Ankara'yla, işçileri de Kürtleri de ezen burjuva iktidarıyla savaşım imkanlarını da geliştirecektir.



Bu yüzden, oğlunun ne uğruna yaşamını yitirdiğini sorgulayan her asker annesi, bu yalan savaşa gitmeyi reddeden her genç, hep yoksulların öldüğü bu savaşa karşı sesini yükselten her Türk emekçisi, kaynakların savaşa aktarılmasını reddeden her sendika, halkların barışını bir adım daha yaklaştırırken, Türk emekçisinin kurtuluşunun imkanlarını da artırmaktadır.

Ankara'nın YAŞ'ına bak!

Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) yaşanan atama krizi, gerilimli ve uzlaşmalı bir sürecin ardından aşıldı. Şimdi herkes kim kazandı, kim kaybetti sorusuna cevap arıyor. Soru ve aranan cevap, zaten bir iktidar mücadelesini yansıtıyor. Dolayısıyla iktidar mücadelesinin taraflarını. Basında yapılan tartışmalarda da herkes cevabı, bağlı olduğu iktidar blokuna göre arıyor. Generaller partisi ve etrafında kümelenen güçler açısından cevap arayışı, bir hasar tespiti raporuna da dönüşüyor.




YAŞ krizinden askerlerin başına buyruk “teamül”ünün zorlandığı, AKP Hükümeti'nin kendi tercihlerini dayatmada teamülü aştığı bir sonuç ortaya çıktı. Bu, aynı zamanda asker partisinin siyasi savunma pozisyonunu pekiştirmede ve iktidar gücünü sınırlamada yeni bir aşama anlamına geliyor. Fakat bu “sonuç” birdenbire ortaya çıkmadı.



Yaşananları, burjuva egemen sınıfların statükocu ve değişimci güçleri arasındaki iktidar mücadelesinden bağımsız düşünemeyiz. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi süreçten başlayan bir perspektifle ele almak anlamlı olacaktır.



Generaller partisi, cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan krizde, siyasi cinayet, provokasyon, denetimlerindeki yargı erki aracılığıyla 367 oy garabeti ve nihayet 27 Nisan e-muhtırasına rağmen istedikleri sonucu elde etmede başarısız oldu. Bu başarısızlık, Erdoğan-Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi ve aynı zamanda uzlaşması ile resmiyet kazandı. Devamında yaşanan genel seçimlerde, muhtıra 'mazlum'luğunu da arkalayan AKP, büyük bir oy artışıyla seçimleri kazandı. Cumhurbaşkanlığı restleşmesinin ardından seçimleri de kaybeden generaller partisi ve statükocu güçler, siyaseten savunma pozisyonuna geçmek zorunda kaldılar. 22 Temmuz sonrası AKP için ise, iktidar hırsını artırdığı, iktidar gücü ve olanaklarını ele geçirmede, dolayısıyla iktidar mücadelesinde daha kararlı davranacağı bir sürecin yolunu açtı.



Sürecin bu doğrultuda evrilmesinde ve sonraki seyrinin şekillenmesinde uluslararası emperyalist konjonktürün ve güçlerin desteğinin de AKP ve değişim bloku tarafından arkalandığı belirtilmelidir. Özellikle 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesi bu bakımdan önemlidir. Görüşme, Kürt sorununda varılan 'ortak düşman' anlaşması kadar, Ergenekon kontrgerilla örgütlenmesi dahil, burjuva egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin seyrini de belirleyen bir özellik taşımaktaydı. Geleneksel devlet statükosu ve direncini etkisizleştirmeyi içeren bu çerçeveye, generaller de dahil edildiler. Bu çerçeve, TSK'nın komuta kademesinin çıkarlarıyla genel olarak uyumlu olsa da, bazı bakımlardan ise, kerhen dahil olma özelliği taşımaktaydı. İlker Başbuğ'un, genelkurmay başkanı olarak ilk mesajının “ABD'yle işbirliği mükemmel” şeklinde olması dikkate değerdir.



TSK'nın gerilemesini sağlayan bir diğer temel unsur ise, Kürt ulusal demokratik hareketinin ve gerillanın direnişinin kırılamamasıdır. 5 Kasım görüşmesinin ardından başlatılan “sınır ötesi” askeri saldırganlığın Zap hezimetiyle sonuçlanması ve gerillanın askeri başarılarının TSK için tam bir yıpratma savaşına dönüşmesi bu bakımdan anlamlıdır. Zap hezimeti, ilk kez CHP ve MHP'nin de TSK'yı tartışmasını sağlarken, sonrasında ise Büyükanıt'ın Kandil için ifade ettiği tabirle, TSK “BBG evi”ne döndü. Deşifre edilen, sızdırılan belgeler, internete düşen konuşma kayıtları, darbecilik belgeleri, yargılama ve gözaltılar, açığa çıkan kontrgerilla cephanelikleri, kozmik oda sırları, yapılan her resmi açıklamanın yalan çıkması, askeri başarısızlıklar vb. TSK'yı görülmediği kadar tartışmalı bir kurum haline getirdi. Buna askeri kayıpların ve kışlada şüpheli asker ölümlerinin asker aileleri başta toplumsal bakımdan sorgulanmaya başlaması ve generallerin ayrıcalıklı yaşamlarını da eklemeliyiz. Siyaseten savunma pozisyonu, kurumsal düzeyde itibar kaybıyla birleşerek generallerin “boru”laşma sürecini derinleştirdi.



2010 YAŞ toplantısına bu koşullar altında gidildi. Generaller, YAŞ üzerinden AKP Hükümeti'ni taviz ve uzlaşmaya zorlayacak bir hamle yapmak istediler. Krizin en üst düzeye ulaştığı aşamada, toplu istifa kozunu da masaya sürdüler. AKP ise bu kozu, “devlet makamı boş kalmaz” diyerek karşıladı; “teamül”ü değil, yetkisini esas alacağı mesajı verdi. Toplu istifa dahil, kriz ve restleşmeden generallerin yenilgiyle çıkacağı başından itibaren belliydi. Bu durumun, generallerin gücünü artıran değil, sınırlandıran bir rol oynaması da kaçınılmazdı.



AKP'nin, hazırladığı anayasa değişikliği paketini demokratikleşme ve 12 Eylül'le hesaplaşma olarak pazarlamaya çalıştığı ve siyasi söylemini değişim üzerine kurduğu koşullarda, savunma pozisyonundaki generaller karşısında esaslı bir geri adım atmayacağı belliydi. Tersine, YAŞ toplantısını, referandumda 'evet' cephesini güçlendirecek bir kürsüye dönüştürmek istiyordu. YAŞ toplantısı öncesinde, terfi bekleyen muvazzaf generaller dahil 102 subay hakkında “Balyoz” davasından tutuklama kararının çıkarılmasının anlamı ve mesajı da buydu. Bu isimler arasında, “teamül”en Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Hasan Iğsız'da yer alıyordu.



Fakat bu, AKP'nin her istediğini yaptığı, uzlaşmaya gitmediği anlamına gelmiyor. AKP, taktik planda bir dizi uzlaşma ve taviz politikası izledi. AKP'nin en belirgin geri adımı, Balyoz kapsamındaki tutuklama kararlarını kaldırmak oldu. Zaten uzlaşmanın ve krizin aşılmasının yolu da böyle açılabildi.



AKP Hükümeti, herkesin gözü önünde yargıya doğrudan müdahale etti, tutuklama kararını kaldırdı. Bu müdahale, AKP'nin anayasa paketinin de esasını oluşturan “yargının bağımsızlığı” söyleminin nasıl bir şey olduğunu da göstermiş oldu. AKP'nin demokratikleşme değil, kendisi için demokrasi; yargı bağımsızlığı değil, kendi denetiminde bir yargı istediği ve bunun kavgasını verdiği, yaşanan yargı müdahalesiyle tekrardan açığa çıktı.



YAŞ toplantısı gösterdi ki, generaller partisinin iktidar gücü sınırlanmış, siyasi etkisi daralmış, inandırıcılığı ve imajı aşınmış, psikolojisi yıpranmış bir durumdadır. TSK'nın “akredite” kalemşorlarından Fikret Bila'nın 11 Ağustos tarihli yazısında, TSK'nın “büyük ölçüde yalnızlaştırıldığı” ve “psikolojik harekatın belli ölçüde başarılı olduğunu” belirtmek zorunda kalmasının ve TSK'nın hakkındaki iddia ve suçlamalardan temize çıkması gerektiğini önermesinin anlamı da budur.



Fakat bu durum, önümüzdeki dönemde generallerin iktidar mücadelesinden vazgeçeceği anlamına gelmiyor. TSK, bugün de, sömürgeci faşist rejimin en temel kurumu olmayı sürdürmektedir. Keza, egemen sınıflar arası iktidar mücadelesinin temel bir tarafı durumundadır. Generaller partisi, şimdilik Ankara'nın YAŞ'ına baksa da, her fırsatta iktidarını korumak için hamleler yapmayı sürdürecektir. Anayasa referandumu, egemen sınıflar arası iktidar mücadelesinin önümüzdeki dönemini belirleyecek gündemi durumundadır.

Bilirkişi: Madende ölüm 'kader' değil ihmal

ZONGULDAK (27.08.2010)- Başbakan Erdoğan, Zonguldak'ta meydana gelen maden faciası için 'kader' dedi. Ancak, Zonguldak'ta Karaelmas Üniversitesinden atanan bilirkişi heyetinin hazırladığı bilirkişi raporuna göre facia "kader" değil.




Zonguldak'ta 30 madencinin yaşamını yitirdiği faciaya ilişkin hazırlanan 34 sayfalık Bilirkişi raporunda davacı kamu, dava konusu ise "taksirle birden çok kişinin ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet verme" olarak yer aldı. Raporda anlatılan eksiklik ve ihmallere Maden Mühendisleri Odası, patlamanın hemen ardından dikkat çekmişti.



Raporda, patlamaya yol açan metan birikimin, arındaki ateşlemeden sonra ortaya çıkan çok miktardaki gazın ve ince kömür tozunun tali havalandırma vantilatörüyle galeriye doğru sürüklenmesi sonucu oluştuğu belirtildi. Oda, "Patlamadan önce çalışma ortamındaki grizunun yükseldiği tespit edilmiştir" demişti. Ancak raporda, gaz seviyesinin yüzde 4'lerer çıktığı bilgisi yer almaması dikkat çekti.



İncelenen belgelerin yanı sıra keşif sırasında edinilen izlenimlere göre, gazın patlamasına yol açan olayın büyük olasılıkla galerideki yükleyicinin elektrik donanımındaki elektrik arkı olduğu, yükleyicide meydana gelen aşırı sıcaklığın diğer olasılık şeklinde değerlendirilebileceği kaydedildi.



Erken uyarı sistemi eksikliği



Oda, "gaz izleme sistemi bulunmasına rağmen bu sistemin erken uyarı sistemi ile desteklenmediği sürece işlevsel olamayacağını" şeklindeki tespiti raporda "Bu kazada Karadon Müessesesinde tesis edilmiş uzaktan gaz izleme sisteminin erken uyarı görevi yapmadığı dikkat çekmektedir. Herhangi gaz yükselmesi veya ani degaj meydana geldiğinde ocakta sesli-ışıklı ikaz olmamaktadır. Bu açıdan idare kusurludur. Metan gazındaki yükselme konusunda oldukça yeterli süre olmasına rağmen iş yerlerine gerekli ikazın ulaşmaması, bu altyapının sorumlusu idarenin kusurudur. Ancak, bu konu açık olmadığından kusurun kişileştirilmesi mümkün değildir" şeklinde yer aldı.



Raporda, incelemeden edinilen bilgilerin gazın ateşlenmesine yol açan kaynak hakkında net bilgi edinilmesine yeterli olmadığına ifade edildi, "büyük olasılıkla yükleyici makinenin elektrik donanımıdır Büyük olasılıkla alevsızdırmazlık özelliğini yitirmiş donanım ve çalışmayan devre kesiciler olayın nedenidir" denildi.



İşçilerin gaz maskesi yoktu



Raporda, iş güvenliği kurallarının uygulamasındaki özensizliğe işaret edildi,



"Yüklenicinin personelinin bir kısmının ferdi maskeleri taşıma sorumluluğunu üstlenmediği ve ocağa sokulmaması gereken maddeleri taşıyabildikleri yapılan tespitlerdendir. Kurtarma çalışmaları sırasındaki tespitlerde yaşamını yitiren işçilerin çoğunda ferdi gaz maskelerinin bulunmaması öncelikle yüklenicinin teknik elemanlarının kusurudur." Maden Mühendisleri Odası "Çalışan işçilerde gaz maskesinin bulunmadığı saptanmıştır" tespitinde bulunmuştu.



Taşeronlaşma



Raporda, Oda'nın ölümlü iş kazalarının yaşınmasında öne önemli neden olarak gösterdiği taşeronlaştırma da yer aldı. Raporda, galeri ve lağım sürme gibi hazırlık faaliyetlerinin TTK'nın asli işleri olduğu, bu işlerin ihale yoluyla taşerona verilmesinin irdelenmesi gerektiği belirtilerek, şunlar kaydedildi:



"Yılda 10-15 bin metre galeri süren kuruluşun uzmanlığı tartışma götürmez. Dolayısıyla TTK'dan çok daha uzman olmayan ve kurumun ekipmanını kullanan yükleniciye işin verilmesinde sistemden kaynaklanan zorlama vardır. İşletmede bu yapılanmaya yol açan TTK üst yönetimi ve ilgili bakanlıkların karar ve onaylarının etkisi sorgulanmalıdır. Aynı altyapıyı kullanan iki farklı kurum ve iki farklı statüye sahip personel söz konusudur. Birisinin riskli davranışı diğerinin güvenliği için tehdit oluşturabileceğinden denetimin tek elden yapılamaması kaygı veren durumdur."



Aşçı madenci olmuş



İşçilerin özlük dosyalarındaki incelemede ise cansız bedenleri halen bulunamayan 2 işçiden Engin Düzcük'ün sağlık raporunda, mesleği ve talip olduğu iş hanesinde "aşçı yardımcısı" olarak görülmesine rağmen olay günü yer altına tertip edilmesinin üzerinde durulması istendi.



TTK ve taşeron yüzde 70 kusurlu



Öte yandan faciaya ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın hazırladığı ön raporda TTK ve taşeron işletmenin yüzde 100 kusurlu olduğu tespit edilmişti. İşçiler ise kusurlu bulunmadığı raporda asıl işveren TTK Genel Müdürlüğü'nün yüzde 30, alt işveren Yapı-Tek İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş'nin yüzde 70 oranında kusurlu bulunmuştu. (ETHA)

Atanamayan öğretmenler, 31 Ağustos'ta Ankara'da

ANKARA (27.08.2010)- Ataması yapılmayan öğretmenler, ülke gündemini saran ölüm haberlerinin bile makam ve yetki sahiplerini uyandırmadığını ifade ederek, KPSS sonuçlarına göre atamaların yapılacağı 31 Ağustos'ta Ankara'da olacaklarını duyurdu.




Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu, yaptığı yazılı açıklamada 31 Ağustos'ta Ankara'da yeniden biraraya gelerek, çarpık atama sistemini ve KPSS kopya skandalını protesto edeceklerini duyurdu.



Atamalarının yapılmasını isteyen öğretmenler, ülke gündemini saran ölüm haberlerinin bile makam ve yetki sahiplerini uyandırmadığını ifade etti.



Ölümler yetmedi mi?



Üç hafta önce ücretli öğretmen olarak çalıştığı okulda hamallık yaparken yaşamını yitiren Ahmet Fazıl öğretmeni hatırlatan atanamayan öğretmenler, şöyle dedi: "Yaşanan bu ölümler hepimizi bekleyen kölece çalıştırma biçimi yüzündendir. Ya Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer? Ömer, çalışkan, istekli bir öğrenciydi. Öğretmen olmak istiyordu. Harçlık biriktirmek, eğitimini karşılamak, ailesine destek olmak için İstanbul'da inşaat işçiliği yaparken can verdi. Yetmiyor mu bunlar? Bitmedi hikayemiz, 18 öğretmen arkadaşımız intihar etti. Başkalarının çözümsüzlüğü, bizlerin üstüne ölüm olarak çöktü."



Artık çürümüş bir KPSS sisteminin içinde işsizliğe, açlığa, ölümlere mahkum edenlere karşı seslerini daha gür çıkaracaklarını belirten atanamayan öğretmenler, 15 Ağustos'ta Abdi İpekçi Parkı'nda seslerini duyurduklarını hatırlattı.



Ataması yapılmayan öğretmenler, "İşte gerçek ortada, kral çıplak. Gazeteler de yazıyor, 'Bir yılda dahi mi oldu bu insanlar' diye? KPSS kopya skandalı ayyuka çıkmışken, yüz binlerce kişi mağdur olmuşken neden kimse kolunu kıpırdatmıyor?" diye sordu.



“Kadrolu atanmak istiyoruz”



İşsiz öğretmenler taleplerini şöyle dile sıraladı:



-Bizler kadrolu, güvenceli atanmak, insanca bir yaşam sürmek ve halkımıza kamusal borcumuzu ödemek istiyoruz.



-Bizler ataması yapılmayan öğretmenler olarak, şaibeli, meşruluğu tartışmalı hale gelmiş, seçme yeteneği taşımayan KPSS sisteminin derhal kaldırılarak yerine objektif atama kriterlerinin getirilmesini istiyoruz.



-Kopya skandalının derhal açıklığa kavuşturulmasını, atamaların durdurulmasını istiyoruz.



-Bizler, Bakanlık raporlarında bile 134 bin olarak ifade edilen, ancak ücretli öğretmenlerin de katılmasıyla 200 binin üzerine çıkan öğretmen açıklarının derhal kapatılmasını istiyor, "kaynak yok" gerekçelerine karnımızın tok olduğunu haykırıyoruz.



-Bizler, kalabalık sınıflarda bir eğitim-öğretim yılı boyunca üç ya da dört öğretmen değiştiren öğrencilerimizin istikrarlı, bilimsel ve kamusal bir eğitime kavuşmaları için atanmak istiyoruz.



-Bizler, öğretmen açıklarının tavan yaptığı, ataması yapılmayan öğretmenlerin sayısının günden güne arttığı bir ortamda, plansız-programsız bir biçimde sürekli olarak eğitim fakültesi açılmasının bizleri düşük ücretle daha kötü koşullarda çalıştırmaya itmek için yapıldığını biliyor, öğretmenlik mesleğinin değersizleştirilmesine karşı tüm halkımızı yanımıza çağırıyoruz.



-Bizler, ataması yapılmayan öğretmenler olarak öğretmen yetiştirme sisteminin gözden geçirilmesini, yeni bir öğretmen yetiştirme sisteminin planlar ve ihtiyaçlar dahilinde yerleştirilmesini istiyoruz.



“31 Ağustos'ta Ankara'dayız”



Aynı zamanda bazen ücretli öğretmenlik, bazen dershane öğretmenliği yaptıklarını ifade eden öğretmenler, yazları ücretleri kesilince inşaatlarda çalıştıklarını, bekçilik, özel güvenlikçi oluyor ya da garsonluğa başladıklarını belirttiler.



Atanamayan öğretmenler, KPSS sonuçlarına göre atamaların yapılacağı tarihte yani 31 Ağustos'ta seslerini duyurmak için Ankara'da olacaklarını belirterek, işçi ve emekçileri kendilerine destek vermeye çağırdı. (ETHA)

GLADİO NEDİR!

Latince'de kılıç anlamına gelen Gladio sözcüğünü isim olarak kullanan örgüt, Amerikan ve İngiliz kontrgerilla örgütlenmesi olan Stay Behind tarafından 1952 yılında kuruldu. CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen örgüt, 1956 yılında ABD ile işbirliği içinde, casusluk ve gerilla savaşı yapmak üzere örgütlendi. Sardunya'da örgütün ilk eğitim kampı kuruldu ve Kuzey İtalya'da 139 yerde silah ve mühimmat depoları oluşturuldu. Resmi adı Müttefik Koordinasyon Komitesi (Allied Coordination Committee) idi.




1956 sonrasında ikisi kadın 622 kişi ABD ve İngiliz gizli servisleri tarafından eğitildi. 1990 yılında Gladio'yu ortaya çıkaran soruşturmalar esnasında bu 622 kişinin grup liderleri oldukları, her bir grup liderinin belli sayıda kişiyi idare ettiği, böylece toplam sayının 15.000'e yaklaştığı ortaya çıktı.



Örgütün İtalya'daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan'da B-8 ya da SheepSkin (Koyun Postu), Belçika'da SDRA-8, Hollanda'da NATO Command, Batı Almanya'da Gehlen Harekatı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya'da Schwert, Fransa'da Rüzgar Gülü, İspanya'da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere'de ise Secret British Network olarak bilindiği bu ülkelerin yetkililerince açıklandı. Örgüt, Türkiye'de Kontrgerilla olarak biliniyor.



Soruşturmaların ünlü yargıcı Felice Casson, gizli servis arşivinde yaptığı incelemelerde, 1972 yılındaki bir bombalamanın kesinlikle NATO destekli bazı gizli örgütlerce yapıldığı sonucuna ulaştı. Yargıç Başbakan Andreotti'nin bilgisine başvurdu, 1972'de bu olay tesbit edildiği için Başbakan örgütün varlığını kabul etti, ancak 1972'de kapatıldığını söyledi. Araştırmalara devam edilince Gladio'nun faaliyete devam ettiği ortaya çıktı. Eylemlerin en büyüğü 1980 Ağustos ayında Bologna tren istasyonunda patlayan bomba ile 85 kişinin ölümü idi.



İtalya'da 1969-80 arasında 4.298 terör olayı meydana gelmiştir. Yapılan soruşturmalar sonucu, bunların önemli bir bölümünden Gladio sorumlu gösterilmiştir. Bazı eylemleri bizzat yapmakla, bazısında patlayıcı ve silah sağlamakla, bazısında da tahrik ve yönlendirme yapmakla suçlanmıştır.





Shot at 2007-07-18



Avrupa Parlamentosu bile sorunla ilgili karar tasarısında şu sözlere yer vermek durumunda kalmıştır: "Avrupa Topluluğu'na üye pek çok ülkede gizli, paralel istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerinin 40 yıldır var olduğu Avrupa hükümetleri tarafından ortaya çıkarılmıştır. Kırk yıldır bu örgütlerin demokratik kontrolden kurtulduğu ve NATO ile işbirliği halinde ABD gizli servislerince yönetildiği anlaşılmıştır."

Gözaltındaki BDSP çalışanı hastaneye kaldırıldı

27.08.10) - 25 Ağustos sabahı Ankara'da Mamak İşçi Kültür Evi'ne, evlere yaptığı baskınların yanısıra sokak ortasında devrimci avına çıkan Ankara polisi Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) çalışanı 7 devrimciyi gözaltına almıştı.




Gözaltına alınan BDSP'lilerden Ozan Uzun ağırlaşan sağlık sorunları nedeniyle dün (26 Ağustos) akşam saatlerinde hastaneye kaldırıldı.

Şeker hastası olan Uzun'un, gözaltında tutulduğu Terörle Mücadele Şubesi'nde yemek ve diğer ihtiyaçlarının ailesi ve avukatları aracılığıyla karşılanmasının, dün öğle saatleri itibariyle engellenmesi nedeniyle sağlık durumu ağırlaştı.

Uzun, 26 Ağustos akşamı Numune Hastanesi'ne kaldırılarak tedavi altına alındı. Hastanede ilk tedavisi yapılan Uzun'un ailesini arayan Ankara Emniyeti, gözaltındaki BDSP çalışanının yemek ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması için Uzun'un ailesinin emniyete gelmesini bildirdi. Diğer yandan 25 Ağustos sabahı gözaltına alınan diğer BDSP'liler de Terörle Mücadele Şubesi'nde tutulmaya devam ediliyorlar.



Kızıl Bayrak / Ankara

Ankara'da baskı ve terör rejimi iş başındaydı

(26.08.10) - 25 Ağustos sabahı, Mamak İşçi Kültür Evi'ne ve evlere yapılan polis baskınları ile gözaltına alınan Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) çalışanı 7 devrimci emniyette tutulmaya devam edilirken polis baskını ve gözaltı terörünün ayrıntıları da belli oldu.


25 Ağustos sabahı gözaltına alınan BDSP'lilerden Hüseyin Ünal sabah saatlerinde iş yerinden alınırken Ozan Uzun, Tuğba Tavlı, Özgür Aydın, Emre Azapçı ve Onur İnce'nin Ankara garından gözaltına alındıkları, Hızlan Erpak'ın ise ev baskını sonucunda gözaltına alındığı belirlendi.

Evler basıldı

24 Ağustos'u 25 Ağustos'a bağlayan gece saat 02.00 sıralarında Ankara Garı'nda gözaltına alınan sınıf devrimcilerinin evleri, gözaltı saldırısının ardından saat 04.30-06.00 saatleri arasında basılarak evlerde arama yapıldı. Gözaltına alınan Ozan Uzun'un evindeki arama ise 25 Ağustos akşamı Tuzluçayır'da gerçekleştirilen ve gözaltı saldırısının protesto edildiği eylem sırasında yapıldı. Şeker hastası olan Ozan Uzun 2 saatte bir insülin testinden geçiyor.

Öğle saatlerinde gözaltındaki BDSP'lilerle görüşmeye giden avukatlardan aldığımız bilgiye göre şeker hastası olan Ozan Uzun'un, avukatları ve ailesi aracılığıyla giderdiği yemek ihtiyacını bu sabah sadece avukatları aracılığı ile giderilmesine izin verildi. Uzun'a, öğleden sonra ihtiyaçlarının dışarıdan karşılayamayacağı söylendi. Avukatlar bu durum üzerine savcılık nezdinde girişimler başlattılar.

Emekçilerden anlamlı dayanışma

Baskın sabahı Mamak İşçi Kültür Evi önüne gelen emekçiler sermayenin kolluk kuvvetlerine karşı kurumu sahiplendiler. Öğle saatlerine kadar Mamak İşçi Kültür Evi'nin etrafı sivil polisler ve çevik kuvvet otobüsleriyle ablukaya alındı.

Mamak İşçi Kültür Evi'nden Eksen Yayıncılık'a ait bazı kitaplarla, BDSP'nin, referandum oyununa karşı işçi emekçileri mücadeleye çağıran bildiriler, CD, bilgisayar ve geçen sene tutuklanan MİKE çalışanı sınıf devrimcilerinin hapishanede yaptıkları bazı kartların yanısıra BDSPli tutsakların hapishaneden yolladıkları karikatürlerin bazılarına el konuldu. Diğer yandan evlerdeki CD ve bilgisayarların yanısıra Kızıl Bayrak gazeteleri, Liselilerin Sesi dergilere de polis tarafından el konuldu.

Sürek avı sürüyor...



Ayrıca avukatlardan alınan bilgilere göre, daha önce de sermaye devletinin gözaltı ve tutuklama terörüne maruz kalmış olan Evrim Erdoğdu'nun da polis tarafından arandığı ifade edildi. Gözaltındaki devrimciler için ek gözaltı süresi istenebileceği ifade edilirken gözaltındaki devrimcilerin savcılığa çıkartılmalarının cumartesi gününe sarkması bekleniyor.

Gözaltılar protesto edilecek

Ankara'da sınıf devrimcilerine yönelik polis baskınları ve gözaltı terörüne karşı dün gerçekleştirilen eylemlerin ardından 26 Ağustos günü de basın açıklamaları yapılacak.

Ankara Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) 26 Ağustos günü saat 18.30'da Yüksel Caddesi'nde gerçekleştireceği basın açıklamasıyla sermaye devletinin gözaltı terörünü protesto edecek. BDSP'lilerin serbest bırakılmasını isteyecek.

İzmir'de saat 19.00'da Kemeraltı girişinde basın açıklaması yapacak olan İzmir Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) referandum oyunu çerçevesinde düzen klikleri tarafından estirilen demokrasi rüzgarının aldatmacadan ibaret olduğunu ifade edecek.

Hatay’da "hayır" sokağa çıktı

Hatay’ da 24 Ağustos Salı günü (dün) DİSK, TMMOB, Halkevleri, EMEP, ÖDP, TKP ve Sosyalist Parti'nin oluşturduğu “Referandumda Hayır Platformu” Ulus Meydanında bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Platform Saray Caddesi Kemancı cafe önünden ‘İnsanca yaşam, güvenceli iş istiyoruz’ ‘Ne darbe ne AKP demokratik Türkiye’ ‘AKP anayasasına hayır’ ‘Grev hakkımız söke söke alırız’ sloganlarıyla yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca halkın yoğun ilgisi dikkat çekti.




Ulus Meydanına gelindiğinde basın açıklamasını Platform adına DİSK Hatay Şube Başkanı Mehmet Güleryüz okudu. Güleryüz, açıklamada 12 Eylül’de yapılacak anayasa değişiklik paketine ‘hayır’ demenin; hem 12 Eylül Anayasası’na hem AKP Anayasası’na ve 8 yıllık AKP iktidarının uygulamalarına ‘hayır’ demek olduğunu savunarak "Eşitliği, özgürlüğü ve demokrasiyi esas alan yeni bir anayasa ihtiyaçtır. Kuşkusuz bu anayasa emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesinin ürünü olacaktır. Bizler böyle bir anayasa ve fiili kazanımlar için mücadele edeceğiz" dedi.



Acil talepler



Güleryüz Platform'un acil taleplerini şu şekilde sıraladı:

"1- 12 Eylül ve darbe kurumları olarak bilinen ve toplumu üniversitelerden yargıya; basından sendikal örgütlenmeye kadar bütünüyle kontrol altına almayı hedefleyen yapılar ortadan kaldırılmalıdır.



2- Halkın siyasal temsiliyetinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Bunun için öncelikle yüzde 10 seçim barajı kaldırılmalı; adil bir seçim yasası hazırlanmalı, anti-demokratik siyasi partiler yasası değiştirilmelidir.



3- Halkın siyasal mücadele ve örgütlenme hakkı önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır.



4- Sendikal barajlar kaldırılmalı, grev ertelemeleri yasaklanmalı, kamu çalışanlarına grev ve siyaset hakkı sağlanmalıdır.

5- Güvencesiz çalışma yasaklanmalı, işten çıkarmalar durdurulmalıdır. Fazla mesai yasaklanmalı, ücretler düşürülmeden haftalık çalışma saati 35 saate çekilmelidir.



6- Halkın parasız eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, su, temiz bir çevrede yaşama ve güvenceli çalışma hakkı gibi en temel hakları anayasal güvence altına alınmalıdır.



7- Kürt halkının dil, kültür ve kimlik talepleri karşılanmalı, eşit haklar anayasal güvenceye alınmalıdır. Var olan ateşkes süreci ülkemizde demokrasinin geliştirilmesi perspektifiyle iyi değerlendirilmelidir.



8- Alevi yurttaşların eşit yurttaşlık talepleri karşılanmalı, ayrımcılığa son verilmeli, 12 Eylül’ün bir ürünü olan zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.



9- Kadına yönelik ayrımcılık yasaklanmalı; kadınların çalışma yaşamına katılımının önündeki engeller giderilmeli, güvencesiz çalıştırılmaları önlenmeli, kadına yönelik şiddetin engellenmesi için tedbir alınmalı ve kadınların tüm sosyal ve siyasal haklarını güvence altına alacak düzenlemeler yapılmalıdır. “

Basın açıklaması ‘Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek’, ‘söz yetki karar iktidar halka’ sloganlarıyla son buldu. Referandumda Hayır Platformu tarafından 4 Eylül Cumartesi günü öğretmenevinde referandum ile ilgili bir panel gerçekleştirecek.

"Halkın Hayır"ı meydanlara çıkıyor

Halkevleri, EMEP, ÖDP, TKP İstanbul’da bugün (25 Ağustos) TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nda gerçekleştirdikleri basın toplantısıyla İstanbul, Anrkara ve İzmir’de “Hayır” mitingleri yapacaklarını açıkladı.


Ortak basın metnini Halkevleri Genel Sekreteri Oya Ersoy okudu. Açıklamada, AKP’nin sandıktan ‘Evet’ çıkması için AKP’nin her yola başvurduğu hatırlatıldı. Polisin, zabıtanın ‘Hayır’ çalışması yapanlara saldırdığı belirtilirken CHP’nin yüksek yargıyı ilgilendiren değişiklikler dışındaki maddelere hayır demediği ve MHP’nin de ırkçı hezeyanlarla şovenizmi körüklemeye çalıştığı ifade edildi.

AKP’nin anayasa değişikliği ile sermayeyi güçlendirmeye çalıştığının ifade edildiği açıklamada, değişikliğin 12 Eylül kurumlarını kaldırmadığı, aksine Ekonomik Sosyal Konsey gibi yeni kurumlar eklediği belirtildi. Açıklamada, değişikliğin ‘kamu yararı’nı ortadan kaldırdığına, 12 Eylül ürünü olan yüzde 10’luk seçim barajına dokunmadığına, patron veya hükümet yandaşı sendikaların önünü açtığına, grev hakkı tanımadığına, emeklilere, ev işçilerine, üraticilere, işsizlere sendika kurma hakkı veya sendikaya üye olma hakkı tanımadığına değinildi.

29 Ağustos’ta Kadıköy’de saat 17.00’da, 4 Eylül’de Ankara’da Kolej Kavşağı’nda, İzmir’de de ilerleyen günlerde netleşecek bir tarihte “Hayır” mitingi gerçekleştirileceği duyurulduktan sonra açıklama son buldu.

İşçiler, mühendisler ve Aleviler Hayır diyor

Basın metninin okunmasının ardından TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’ndan Ateş Koç söz aldı ve TMMOB’un ‘Hayır’ dediğini söyledi. Anayasa değişikliği paketinin hazırlanış itibariyle anti demokratik bir biçimde hazırlanmasının bile ‘Hayır’ deme gerekçesi olduğunu belirten Koç, değişikliğin çevre tahribatının önünü açacağını, son örneğini elektrik dağıtım bölgelerinin özelleştirmelerinde olduğu gibi özelleştirmelerin önünü açacğını ve kentsel dönüşüm adı altında yürütülen kentsel talanın önünü açacağını belirtti.

Koç’un ardından DİSK İstanbul Bölge Temsilcisi Önder Atay söz aldı. Atay, ‘Evet’in ABD ve emperyalistlerin işine geldiğini belrtti ve 31 Ağustos’ta ülke genelinde “Hayır” eylemleri yapacaklarını söyledi. Atay; Halkevleri, ÖDP, TKP, EMEP’in gerçekleştireceği “Hayır” mitinglerine de destek olacaklarını belirtti.

Atay’ın ardından sözü Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Kadıköy Şube Başkanı Feti Bölükgiray aldı. Bölükgiray, Alevilerin de anayasa değişikliğine “Hayır” dediğini belirtti ve “Hayır” mitinglerine katılacaklarını söyledi. Bölükgiray’ın konuşmasının ardından basın toplantısı son buldu.

1 Eylül'de İstanbul'da barışın sesi yükseltilecek

1 Eylül Dünya Barış Günü bu yılda kitlesel eylemlere sahne olacak. İstanbul'da bir araya gelen barış yanlısı örgütler 1 Eylül'de Kürt sorununun çözümü için 'Operasyonları durdurun, barış olsun' sloganıyla bir insan zinciri yapacak. 1 Eylül Çarşamba günü saat 19.00'da Galatasaray Meydanı'nda buluşma çağrısı yapan savaş karşıtları buradan Taksim Meydanı'na yürüyecek. İstanbul'daki barış eylemi hükümeti ve devleti acilen tutum değiştirmeye, kalıcı barışın sağlanması için Kürt sorununu çözüm bulmaya çağıracak.




PKK'nin tek taraflı ateşkesi sürereken, ordu operasyonlara devam ediyor. Kürtler operasyonların son bulmasını istiyor. Barış ve çözüm için çatışmasızlık ortamının yaratılması gerekiyor. Bu da çift taraflı ateşkesten, PKK gibi devletin de ateşkes ilan etmesinden geçiyor.



Akan kanın durmasını ve savaşın son bulmasını isteyen Batı'daki barış yanlısı güçler 1 Eylül'de gerçekleştirecekleri gösterilerle 'Ölüm değil çözüm' diyecek. İstanbul'da '1 Eylül'de barışın sesini yükseltiyoruz' eyleminin çağrısında şu tespitler yapıldı:



Operasyonları durdurun, barış olsun!



Dünyada emperyal işgallerin yarattığı savaşların sürdürdüğü, bölgemizde savaş tehdidinin gündemde tutulduğu ve ülkemizde kalıcı barışa olan ihtiyacı en üst boyutta dile getirdiğimiz bir dönemde 1 Eylül dünya barış gününe hazırlanıyoruz.



Yıllar boyunca, savaşlarla çok büyük acılar ama insanlık değerleri ancak barışlarla gelişti. Her yıl olduğu gibi, biz insan hakları savunucuları, savaş karşıtları ve barışseverler olarak bir kez daha savaşın yarattığı acıları teşhir edip barışa çağrı yapacağız. Savaşa karşı sokaklarda barışın sesini yükseltmek için barış sevenler için daha da önemli bir gündür.



Gelin, bir eylülde güçlerimizi ve sesimizi birleştirip sokaklara çıkalım. "Operasyonlar durdurulsun BARIŞ olsun" diye haykıralım. Sessimiz ve dayanışmamız, savaşın acılarıyla yananlara umut olsun. Barış halkların, kadınların ve çocukların geleceğine dair bir umut sunsun.



Bu amaçla,



1 Eylül 2010 tarihinde, Çarşamba günü saat 19.00'da üzerimize giyineceğimiz beyaz tişörtlerimizle Galatasaray Meydanı'nda toplanacağız.



Taksim Meydanı'na doğru yürürken,



Operasyonlar Durdurulsun, BARIŞ Olsun,



İşgal Etme, BARIŞ Olsun,



Kardeşine Sarıl, BARIŞ Olsun,



Savaşma, BARIŞ Olsun



Sloganlarla,



BARIŞ İÇİN İNSAN ZİNCİRİNİ oluşturacağız.



Taksim Meydanı'na doğru yürüyeceğiz



Taksim Tramvay Durağında BARIŞ KÜRSÜSÜ kuracağız.



Gelin, birlikte barışın sesini yükseltelim.



Katılımcı Kurumlar:



78'LİLER GİRİŞİMİ, ADALI KÜLTÜR MERKEZİ, BARIŞ ANNELERİ İNİSİYATİFİ, BARIŞ İÇİN SANAT GİRİŞİMİ, BARIŞ İÇİN VİCDANI RET GİRİŞİMİ, BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK HAREKETİ, DEMOKRATİK BİRLİK HAREKETİ, DEVRİMCİ SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ, EŞİTLİK VE DEMOKRASİ PARTİSİ, EMEKÇİ HAREKET PARTİSİ, EZİLENLERİN SOSYALİST PARTİSİ, GENÇ SİVİLLER, IRKÇILIĞA VE MİLLİYETÇİLİĞE DUR-DE, İNSAN HAKLARI DERNEĞİ, KÜRESEL BARIŞ ve ADALET KOALİSYONU, LAMBDA İSTANBUL, MEZOPOTAMYA KÜLTÜR MERKEZİ, SOSYALİST DEMOKRASİ PARTİSİ, SOSYALİST PARTİ, TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PLATFORMU, TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ, YEŞİLLER PARTİSİ

Öcalan: Boykot daha da aktifleştirilebilir

Öcalan: Boykot daha da aktifleştirilebilir


ANF

27 Auğustos 2010



HABER MERKEZİ - Öcalan, “AKP'yi ciddi ve samimi görmüyorlarsa mevcut boykot tutumlarını daha da aktifleştirebilirler , aktif boykot konumuna geçerler. Referandum konusunda kararı halka ve kurumlarımıza bırakıyorum. Tartışmalarından sonra hayır bile diyebilirler, ben buna da karışmam, halkın vereceği her karara saygılıyım” dedi.



AKP’nin modern Hamidiye Alaylarını geliştirdiğine dikkat çeken Öcalan, ‘’Daha önce Türk-İslam’dı şimdi İslam-Türk zihniyetini yapılandırıyor, Kürtleri de bu sisteme yedeklemek istiyor. Yani Hamidiye alaylarının bir tür güncellenmesiyle karşı karşıyayız. Abdulhamit bunu koruculuk temelinde yaptı. Ama AKP modern Hamidiye Alaylarını geliştiriyor’’ diye konuştu.



Eylemsizlik kararına rağmen operasyonların geliştiğini belirten Öcalan, eylemsizliğin meşru müdafaayı ve misillemeyi haksız kılmayacağına dikkat çekti. Öcalan İmralı’da kendisiyle yapılan görüşmelerin ise devlet sıfatıyla yapıldığını belirtti.



Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgilere göre görüşmede sağlık sorunlarına değinen Öcalan, “Sağlık açısından yeni bir durum yok ama bilinen sorunlarım devam ediyor. Başarırsak bir mucize olur, buradan sağ çıkmam bir mucize, büyük bir başarı olur. Kitaplarla, romanlarla anlatılacak bir durumdur yaşadıklarım” dedi.



Öcalan, şöyle devam etti: “Süreci genel olarak takip ediyorum, devletle görüşmem konusunda neden bu kadar kıyamet kopartılıyor. Bunun tarihsel arka planı var. Yalçın Akdoğan'ın değerlendirmelerini okudum. Benim tutumumla ilgili bir değerlendirme de yapmış. İşlerin bu noktaya geleceğini ben hep söyledim. Ama anlaşılmadı. Daha önce rolümü hep söylüyordum. Fakat kurumların rolünü oynamadığı bir ortamda bütün yük omuzlarıma biniyor. Ben çekilmeyi biraz da bu nedenle, kurumlar rolüne uygun hale gelsin diye belirtmiştim. Yoksa bütün sorumluluğu bana bırakıyorlar. Kaldı ki sağlığım da gerçekten her zaman böyle olmayabilir. Buranın beni ne kadar zorladığını hep söylüyorum. ”



GELENLER DEVLET SIFATIYLA GÖRÜŞÜYOR



“Karayılan aslında herkesin bildiğini söylemiş. Taraf çevresi ve bunun süreci tıkatacağı yorumunu yapanlar aslında Hükümeti kurtarmaya çalışıyor. Bütün bu olup bitenlerde Hükümetin rolüne değineceğim. Hazırlıksız ve yetersiz olduklarını zaten belirteceğim. Karayılan'ın dediklerinden anlaşılması gereken şudur. Önemli olan görüşmedir, görüşmeyi yapan devlettir. Gelenlerin genelkurmaydan, istihbarattan veya sivil otoriteden olmasının önemi yoktur, devlet sıfatıyla görüşüyorlar. Karayılan'ın söylediklerinden ben de bunu anlıyorum. ”



DİYARBAKIR ÖZSAVUNMA OLUŞTURSUN, KENT KONSEYİ KURSUN



“Diyarbakır'dak i esnaf ve sanayicilerin açıklamalarına da değineceğim. Selahattin Demirtaş için Pol Pot tarzı filan demişler. Saçmalıktır bu. Bu cesareti nereden alıyorlar. Fakat bizimkiler de çok rahat. Herkes çok kendini beğenmiş, herşeyi bildiklerini zannediyorlar. Nasıl böyle oluyorlar anlamıyorum. Yıllardır Diyarbakır için Kent Konseyi tarzında bir önerim oldu. Zannedersem Diyarbakır'da kent merkezinde yüzde seksene yakın bir destekleri var. Böyle bir destekle nasıl bu kadar dağınıklar anlamıyorum. Ben konuşuyorum onlar bildiklerini yapıyorlar.



Diyarbakır için öz savunma güçlerini önermiştim. Bir tehlike durumunda Diyarbakır'ı, Diyarbakır merkezindeki halkı kim koruyacak? Soruyorum, gerilla mı koruyacak? Mümkün değil. Özsavunma, silahlı güç anlamında değildir, örgütlülük anlamındadır. Mahalle birlikleri oluşturulur, bunlar temsilini Kent Konseyi'nde bulur. Bütün bunlar Akademilerde tartışılabilir. Halk kendi çözüm ve analizlerini kent meclislerinde karara bağlayabilir. İran'ın eylemsizlik kararına rağmen saldırıları oluyorsa, karşısındakilerin de kendini savunma ve misilleme hakkı meşrudur. Böyle olmazsa meydan provokatörlere kalır, anlamlı barış süreçleri de böyle gelişmez.”



MİSİLLEME DOĞAL BİR HAKTIR



“Eylemsizlik kararına rağmen operasyonların devam ettiği anlaşılıyor. Eylemsizlik meşru müdafaayı haksız kılmaz. Meşru müdafaa ve misilleme doğal bir haktır. Geçmişte de geri çekilme döneminde buna benzer saldırılar olmuştu. Geri çekilen güçlere saldırılar yapılmıştı. Zannedersem o dönemde beşyüze yakın kayıp verilmişti. Bu vesileyle şunu da belirtmek istiyorum. Kimse benim arkama sığınarak, onun verdiği karardır, eylemsizliktir diyerek kayıplara sebebiyet vermesin, savunmasız kalmasınlar. Savunma ve misilleme hakkı her zaman doğal olarak vardır, eylemsizlik kararı bu hakkın kullanılmasına engel değildir. Ben kimseye talimat vermiyorum ama kendini savunma ve cevap verme hakkı meşrudur. Tekrar belirtiyorum, anlamlı bir barışa ancak böyle ulaşabiliriz. Böyle olmazsa meydan provokatörlere kalır, anlamlı barış süreçleri de gelişmez.



Batman'daki olayda provokasyon ihtimali yüksektir, açıklığa kavuşturulmalıdır. Ben öteden beri ta dörtlü çete sürecinden beri savaş tarzlarını eleştirdim. İyiniyet-kötüniyetten ziyade objektif olarak bakıldığında ortada provokatif bir durum var. Tehlikelere karşı önlem alınması gerekirdi. Jitem tarzı sızmalara karşı daima uyanık olunması gerektiğini hep belirtmiştim. Bu tehlike bitmiş, sona ermiş değil, sızmak isteyenler her zaman olabilir.”



ANADOLU’YU KÜRTLER TÜRKLERE AÇTI



“Ben uzun bir süredir ABD ve İsrail başta olmak üzere uluslararası sistem neden Türkiye'de Kürtlerin dışlandığı bir siyasal sistem istiyor diye yoğunlaşıyordum. Ulaştığım bazı sonuçlar var. Bu aralar Ahmet Özer'in kitabını da inceliyorum. Orada da bazı şeyler var. Kürt-Türk ilişkisi tarihi söylendiği gibi gerçekten de bin yıllık bir tarihi kapsıyor. Hatta 1071 değil 1050'lerde başlayan bir tarih sözkonusu. Anadoluya Türk beyliklerinin akınları var, bunlar Kürtlerin yardımıyla Anadolu'ya yayılıyor, yerleşiyor. Bizanslara karşı Kürt beylikleriyle birlikte savaşıyorlar, hatta Silvan hattında bir tampon bölge oluşturuyorlar. Kürt beyliklerinin desteği olmazsa Malazgirt savaşını kazanma ve Anadolu'ya yerleşim mümkün olmazdı. Türklerin Anadolu'ya siyasal yerleşmeleri Kürtlerin sayesinde oluyor. Bu kesin tarihi bir gerçek. Yayılmaları da yine Kürtlerle yaptıkları ittifaklarla gerçekleşiyor. Yavuz Selim döneminde bu ilişki yenileniyor, yeniden kuruluyor. Bu sayede Doğu'da 1514'de İran-Safevilere karşı Çaldıran Savaşı kazanılıyor, Ortadoğu yolu böyle açılıyor. Ardından 1516'da Yavuz, Mercidabık savaşında Memlükleri yenilgiye uğratıyor. Daha sonra Kürtlerin desteğiyle 1517'de Ridaniye savaşıyla Memlükleri nihai olarak yenilgiye uğratıyor, Memlük hükümdarının idamıyla Mısır yıkılıyor ve Halifeliği ele geçiriyorlar. ”



KANUNİ ÖZERKLİK VERDİ



“Sonra Kanuni dönemi geliyor. İlişkiler devam ediyor. Kanuni”nin meşhur bir sözü var; “Kürtler imparatorluğumuzun etten duvarı ve etten kalesidir” diyor. O dönemde Kürt beylikleriyle imzalanan, bilinen Cumhuriyet dönemi Amasya Protokolü dışında ayrı bir Amasya protokolü var. İlginçtir bu protokolde bugünkü deyimiyle Kürtlere özerklik anlamına gelecek açık hükümler var, özerklik veriliyor. Gelişen uluslararası kapitalist sistem bu ilişkileri bozuyor. Uluslararası sistemin müdahalesiyle III.Selim dönemiyle başlayan bir süreç var, daha sonra bu toprakların ruhuna yabancı bir zihniyet olan İttihat Terakki zihniyetini empoze ediyorlar. Mustafa Kemal bu zihniyetin farkında ve bunun dışında bir yaklaşımı var. Buna uygun pratik çabaları da var. 1916'da Kürdistan'a gidiyor, ta 1919'a kadar esas olarak Kürdistan'daki ilişkileri sayesinde ayakta kalıyor. Hatta şuna dikkat çekmek istiyorum. Erzurum Kongresi'nde delege olması Kürtlerin sayesindedir. Kongre'deki Bitlis delegesi çekiliyor, yerini Mustafa Kemal'e bırakıyor ve Mustafa Kemal böylece esasen bir Kürt delegesi olarak bu kongreye katılıyor. Bu tarihi hakikati herkesin bilmesi gerekiyor. Fakat uluslararası sistem Musul-Kerkük karşılığında Kürtlerin dışlanmasına onay veriyor. 1925'te Mustafa Kemal'e komplo düzenliyor. 1925 komplosuyla Mustafa Kemal etkisiz hale getiriliyor. Biliniyor, İzmir Suikastiyle Mustafa Kemal yalnızlaştırılıyor. Aynı dönemde kendi ekibinden olan Fethi Okyar başbakanlıktan alınıyor, yerine İsmet İnönü getiriliyor. Ardından Mustafa Kemal ilahlaştırılıyor, sen tanrısın, İnönü de peygamber, Fevzi Çakmak da vurucu güç deniliyor. Mustafa Kemal etkisizleştiriliyor, yetkileri sembolik hale getiriliyor, asıl güç İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'a veriliyor. Uluslararası sistem böylece hakimiyetini kuruyor, İttihat Terakki zihniyetini geliştiriyor. Gerçek Türklükle alakası olmayan Beyaz Türk kavramı böyle ortaya çıkıyor. Türk kapitalistleşmesi bu temelde gelişiyor. Yalçın Küçük de bunları kitaplarında yazmış. O öyle Mustafa Kemal'e atfen söyledikleri “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemi de Beyaz Türkler tarafından geliştiriliyor. Kürtler bu şekilde siyasal sistemden dışlanıyor.”



AKP ESNAFLARI KULLANIYOR, 1925’TEKİ GİBİ



“Burada ulaştığım ve dikkat çekmek istediğim sonuçlardan biri, ilginçtir, bugünkü esnaf-sanayici açıklamalarına da ışık tutuyor. 1925 Şeyh Sait isyanı döneminde yine Diyarbakır merkezli bazı esnaf oluşumları, çevreleri Şeyh Sait aleyhine devlet tarafından kullanılıyor. Ben açıklama yapan esnaf-sanayiciler kötüniyetli falan demiyorum, onların niyetlerinden bağımsız objektif gerçekliği açıklıyorum. Bir kullanılma durumu var, uyanık olmaları gerekir. AKP bunları kullanır, bir süre sonra da atar.



AKP’NİN HESAPLARI TUTARSA KÜRT HAREKETİ BİR YÜZYIL DAHA GERİYE GİDER



Buradan AKP politikalarına geliyorum. AKP'yi de aşan ve AKP'ye dayatılan bir uluslar arası sistemle karşı karşıyayız. Bu sistem AKP'ye bir rol biçmiştir. AKP'yi de yekpare bir blok olarak görmüyorum, içinde farklı düşünenler de olabilir. Fakat uluslararası sistem AKP'ye “Kürtlere sınırlı, sembolik, kırıntı anlamında bazı haklar ver, Kürtleri kendine bağla” rolünü biçmiştir. Bazı akademisyenler, “Abdulhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları koruculuk sistemine dayalı inşa edilip yüz yıl Kürt hareketini oyalamış ve kesintiye uğratmıştır” diyorlar, doğrudur, katılıyorum ama AKP'nin Kürtler üzerindeki oyunları ve politikaları bundan daha tehlikelidir. Uluslar arası sistem ve AKP'nin hesapları tutarsa Kürt hareketini bir yüzyıl daha geriye götürmeyi bir tarafa bırakalım, boğuntuya ve bitişe götürecektir. Dil ve kültürel asimilasyon da gerçekleşeceği için bu sefer özünü kaybetme sözkonusu olacaktır. Tehlike bu kadar büyüktür. Yatılı Bölge okullarında daha beş yaşındayken çocuklar alınıp asimilasyona tabi tutuluyor. Bu, BM yasalarına göre de bir insanlık suçudur. Dünyanın hiçbir yerinde böyle uygulama kabul görmüyor. Çocuğu doğal ortamından ve anadilinden kopartarak asimile etmek kabul edilemez.”



KAPSAMLI BİR PLANLA KARŞI KARŞIYAYIZ



“Kürt politikalarının uygulanması konusunda uluslararası sistemle AKP arasında bazı çelişkiler ve çatışmalar da var ama bunlar uzlaşmaz çelişkiler değil, uzlaşabilirler. Aynı şekilde uluslararası sistem Güneyli güçleri AKP'yi desteklemeye endekslemiş. Son günlerde Atalay'la Burkay'ın da bir görüşmesi olmuş. Burkay ve Hüseyin Yıldırım röportajları da biraz bu mesajları vermeye yöneliktir. Yani kapsamlı bir planla karşı karşıyayız. Güney'de Erbil merkezli bir tür Katar Emirliği gibi -Katar Emirliği'yle bütün Arap dünyasını kontrol ediyorlar- bütün Kürtleri de Güney'e bağlayarak kontrol altına almak istiyorlar.”



İSLAM-TÜRK ZİHNİYETİ YAPILANDIRILIYOR, AKP MODERN HAMİDİYE ALAYLARI GELİŞTİRİYOR



AKP uluslararası sermayenin de desteğiyle Kayseri-Konya merkezli İslam-Türk -daha önce Türk-İslamdı şimdi İslam-Türk- zihniyetini yapılandırıyor, Kürtleri de bu sisteme yedeklemek istiyor. Yani Hamidiye alaylarının bir tür güncellenmesiyle karşı karşıyayız. Abdulhamit bunu koruculuk temelinde yaptı. Ama AKP modern Hamidiye Alaylarını geliştiriyor; özellikle ekonomik ve kültürel yozlaşma anlamında uyguluyor. Ben bu durumu, kendilerinden de özür diliyorum, “Mardin Mağduresi” ne benzetiyorum. Aslında amacım kişiselleştirmek değildir, Siirt'te de aynı olay yaşandı. Ekonomik sebeplerle tecavüz kültürü geliştiriliyor. Ekonomi alayları, kültürel alaylar, siyasal alaylar şeklinde kapsamlı bir soykırım sözkonusudur. Ekonomik anlamda bazı aileleri palazlandırıp kendilerine bağlıyorlar. Bu şekilde AKP içine alınan Kürtler de var.







DOLMABAHÇE’DE NE KONUŞULDUĞUNU KESTİREMİYORLAR



MHP ve CHP son günlerde AKP'yi Dolmabahçe görüşmelerini açıkla diye sıkıştırıyorlar ama orada ne konuşulduğunu kestiremiyorlar. Bence Dolmabahçede bir uzlaşmaya varıldı. Erdoğan'a “sen Kürtleri dışla biz de sana karışmayalım, yol verelim” temelinde uzlaştılar. AKP'nin muhalifi gibi görünen CHP ve MHP de bu politikaların diğer versiyonlarıdır, alternatifi olamazlar. Bunlara karşı biz kalıcı-gerçek çözümü geliştiriyoruz.”



DEMOKRATİK ESNAFLAR, SANATÇILAR, SPORCULAR BİRLİKLERİ KURULMALI



“Daha önce belirtmiştim. Demokratik özerkliğin altı boyutu-unsuru var. Bunları tekrar etmeyeceğim. Demokratik özerklik kurumları kapsamlıdır. Kültürel, ekonomik, siyasi, hukuki, güvenlik ve diplomasi. Her konuda derin tartışmalar yapılabilir. Akademilerde bu tartışmanın zemini oluşturulabilir. Halk analiz ve çözümlerini Kent Meclislerinde karara bağlayabilir. Örnek olsun diye söylüyorum, mesela Diyarbakır'da yoğun örgütlenmelerle birlikte bazı birlikler oluşturulabilir. Demokratik Esnaflar Birliği, Demokratik sanatçılar Birliği, Demokratik sporcular birliği gibi... bunun gibi pekçok demokratik birlik oluşturulabilir. Bu birlikler temsilini Kent Meclislerinde bulur. Demokratik özerklik, demokratik ulusla ruh ve beden gibidir. Demokratik ulus ruhsa, demokratik özerklik bedendir. Yani demokratik özerklik bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden ayrılmazlar, ruh-beden ilişkisi de bu şekildedir. Beden olmazsa ruh, ruh olmazsa beden olmaz. Demokratik ulus olmazsa demokratik özerklik olmaz, demokratik özerklik olmazsa demokratik ulus olmaz. Bayrak meselesine de takılmamak gerekir.



KÜRTLER GÜVENLİĞİNİ GARANTİYE ALSIN



Demokratik özerkliğin güvenlik boyutu da bazı aydınlar tarafından farklı devlet arayışı olarak yorumlanıyor. Bunun da farkındayım. Bu konu yanlış anlaşılıyor. Şunu söylemek istiyorum. Mevcut askeri yapı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Polis-emniyet yapısı içinde Kürtler yer alacak mı almayacak mı? Bu kurumların Kürtlere bakışı ne olacak? Kürtler kendisini nasıl koruyacak, güvenliğini nasıl garantiye alacak? Bunlar çok önemli konulardır. Bu konular üzerinde ileride çok geniş duracağım. Bu güvenlik boyutunu BDP de, PKK de tek başına yapamaz, bunu ben yürüteceğim, bu konulara ileride ayrıntılı olarak değineceğim.”



EYLEMSİZLİK SONRASI ÇATIŞMALAR BAŞLAYABİLİR



“Güncel siyasi görev ise hızla Türkiye'de bir demokratik anayasa hazırlanmasına yönelik olmalıdır. Bu konuda bütün ilgili çevrelerle hızla bir diyalog geliştirilmelidir. Aydınlar, sivil toplum örgütleri, yazarlar, gazeteciler bu konuda seferber olmalıdır. Demokratik anayasa olmadan demokratik çözüm gelişemez. Bu olmazsa ne olur? Ben uyarımı tekrarlıyorum. Eylemsizlik sürecinden sonra yeni bir çatışma dönemi başlar, hatta daha önce Cemil Bayık'ın da söylediği orta-yoğunluklu bir savaş gündeme gelebilir. Sadece kırsalda değil, kent merkezlerine de sıçrar. İşte bu Dörtyol tesadüfen başka yerlere sıçramadı. Böyle olursa çok rahatlıkla başka yerlere de yansır, bunun zemini var; iki halk karşı karşıya gelir, çatışma kaçınılmaz olur, onlarca hatta yüzlerce kişinin ölümüne yol açabilir. Bunun ne kadar farkına varılıyor, bilemiyorum. Tehlike büyüktür, herkesin dikkatini çekiyorum. Ben burada bu tehlikelerin önüne geçmek, demokratik çözüm ve barışı sağlamak için çabalıyorum. Benim bu çabalarım uluslararası sistemin AKP'ye dayattığı politikaları boşa çıkardığı, Kürtler üzerindeki oyunları bozduğu için benim üzerimden işte “görüşülüyor” diye bu kadar kıyamet koparılıyor. Ben bunun arkasında nelerin yattığını böyle ifade ediyorum.”



AKP’Yİ SAMİMİ GÖRMÜYORLARSA BOYKOT TUTUMU AKTİFLEŞTİRİLEBİLİR



“Erdoğan'ın açıklamalarını biliyorum. 3 Eylül'de Diyarbakır'da yeni bir şey söyleyeceğini de zannetmiyorum. Dilerim yanılırım. Ama bir bütün olarak baktığımda AKP'yi bu konuda hazırlıksız buluyorum. Yani belli bir hazırlıkları yok, olumlu adım atmayacaklar gibi görünüyor. Herşeyi bir tarafa bırakalım, yüzde on barajını bile kaldırmaları hayati derecede önemlidir, fakat böyle bir düzenleme hazırlıkları da görünmüyor, bir oyalama taktiği içinde olabilirler. Halkla yoğun tartışılmalı, AKP'yi ciddi ve samimi görürlerse tutumlarını elbette değiştirebilirler, buna ben değil kendileri karar verirler. Aksi taktirde yani AKP'yi ciddi ve samimi görmüyorlarsa mevcut boykot tutumlarını daha da aktifleştirebilirler , aktif boykot konumuna geçerler. Referandum konusunda kararı halka ve kurumlarımıza bırakıyorum. Tartışmalarından sonra hayır bile diyebilirler, ben buna da karışmam, halkın vereceği her karara saygılıyım.”



AKADEMİLER EKONOMİ DE TARTIŞMALI



“Malatya, Siirt ve Urfa halkına selamlarımı iletiyorum. Urfa, sorunların çok biriktiği bir yer; ekonomik sorunlar dizboyu. Göç, ırgatlık ne dersen var. Bu yüzden Akademilerin bu sorunları tartışması gerekir. Akademilere katılım düzeyinin nicel ve nitel artırılması gerekir. Urfa'da aşiretlerarası sorunlar, arazi sorunları, kan davaları hala sürüyor. Sorunlara çözüm üretmek için Akademiler şarttır. Cezaevinden Taylan Çintay'ın mektubunu aldım, güzel çalışmaları var, sanırım Malatyalıydı. Kendisine selamlarımı iletiyor, rahatsızlığı için de geçmiş olsun diyor, acil şifalar diliyorum. Tüm cezaevlerindeki arkadaşlara da selamlarımı iletiyorum.”



ANF NEWS AGENCY

Boykota karşı - V.I. Lenin

Sosyalistlerin bir bölümü 12 Eylül 2010 referandumuna ilişkin biricik devrimci politikanın ‘Boykot’ olduğunu savunuyor, ‘Boykot’ tavrını benimsemeyenleri ‘düzen içilikle’ suçluyor. Bu tavra ilişkin gerekçelendirmelerde, ‘Boykot’çular açısından zamanın ve mekanın ya da bir başka deyişle diyalektik metodun pek bir öneminin bulunmadığı, adeta her zamana ve her mekana uyan bir ‘devrimci şablon’ bulduklarını zannettikleri görülüyor.




Bu açıdan, Lenin’in, boykot tavrını farklı dönemlerde başarılı biçimde uygulamış olan Bolşeviklerin Rus devrimi deneyimleri ışığında yazdığı Boykota Karşı makalesini yeniden çevirerek okura sunmayı anlamlı bulduk. Aşağıda makalenin I., II. ve III. bölümleri yer almaktadır. Geri kalan dört bölüm de önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Sendika.Org







[Marxists Internet Archive adresinde yer alan Progress Publishers İngilizce çevirisinden Kasım Akbaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir



***



Sosyal-Demokrat Bir Yayımcının Notları

Sosyalist devrimcilerin çoğunluğu belirlediği son Öğretmenler Kongresi’nde, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesine ilişkin bir karar kabul edildi. Karar Sosyalist Devrimci Parti’nin şöhretli temsilcilerinin de doğrudan katılımı ile alındı. Sosyal-Demokrat öğretmenler ve RSDLP’nin temsilcileri ise, böyle bir kararın ancak bir parti kongresi ya da konferansı tarafından alınabileceği, parti olmayan bir mesleki ve siyasi örgütün karar alamayacağı düşüncesi ile oy vermekten imtina ettiler.



Böylece, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesi meselesi, devrimci taktiğin güncel meselesi olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Her ne kadar resmi bir parti kararı ya da üyelerinin kaleme aldığı bir metin bulunmasa da, temsilcilerinin kongredeki söylevlerine bakılarak, Devrimci Sosyalist Parti’nin bu mesele hakkında karara vardığı görülmektedir. Sosyal Demokratlar açısından ise mesele yeni ortaya çıkmış ve üzerinde tartışılmaktadır.



Sosyalist Devrimciler, kararlarını desteklerken hangi gerekçelere dayanıyorlar? Öğretmenler Kongresi kararı, esasen, Üçüncü Duma’nın tümüyle yararsızlığından, hükümetin 3 Haziran darbesini de ortaya çıkaran devrimci ve karşıdevrimci niteliğinden, yeni seçim yasasının mülk sahiplerinin lehine olduğundan vs. vs.’den söz ediyor.[1] Mesele, sanki Üçüncü Duma’nın devrimci-ötesi niteliği, boykot gibi bir mücadeleyi ya da şiarı kendiliğinden zorunlu kılıp, meşrulaştırıyormuş gibi sunuluyor. Boykotun uygulanabilirliğinin tarihsel koşullarını değerlendirme çabası içermeyen böylesi bir iddianın yersizliği, herhangi bir Sosyal-Demokrat açısından kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Marksist duruşu olan Sosyal-Demokrat, boykota ilişkin son kararını, birisinin ya da bir kurumun tepkiselliğinin derecesine bakarak değil, Rus devrimi deneyiminin de göstermiş olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verir. Eğer birisi, devrimimizin iki yıllık deneyimini göz önüne almadan, bu deneyimi öğrenmeden, boykotu tartışacak olursa, ona, hiçbir şey öğrenememiş olduğunu ve pek çok şeyi de unuttuğunu söyleriz. Boykot meselesini ele alırken işe, bu deneyimi çözümleme çabası ile başlamalıyız.



I.

Devrimimizin boykotun kullanılmasına ilişkin en önemli deneyimi, hiç kuşku yok ki, Bulygin Duması’nın boykotudur. Ayrıca bu boykot, tam ve kesin bir başarı ile de taçlanmıştır. Bu nedenle, ilk görevimiz, Bulygin Duması boykotunun gerçekleştirildiği tarihsel koşulları dikkatle gözden geçirmek olmalıdır.



Bu meseleyi ele alırken, karşımıza iki unsur çıkar: Birincisi, Bulygin Duması boykotu, devrimimizin, (geçici bir süreliğine de olsa) monarşist nitelikli bir anayasa yoluna girmesinin engellenmesi kavgasıdır. İkincisi, bu boykot, kapsamlı, evrensel, güçlü ve hızla yükselen devrim koşullarında gerçekleştirilmiştir.



Şimdi ilk unsuru gözden geçirelim. Her bir boykot, verili kurumsal çerçeve içerisinde değil, aksine o kurumun ortaya çıkışına, daha geniş söylemek gerekirse, etkin hale gelmesine karşı bir mücadeledir. Bu nedenle, boykota, bir Marksist için temsil kurumlarının kullanımının gerekli olduğu gerekçesiyle genel olarak karşı çıkan Plehanov ya da pek çok diğer Menşevik gibileri, yalnızca anlamsız bir doktrinerliği ifade etmektedirler. Konuyu böyle tartışmak, apaçık gerçekleri tekrar ederek, asıl meseleden kaçmaktır. Elbette ki bir Marksist temsil kurumlarını kullanmalıdır. Ancak bu, belli koşullar altında, bir Marksist’in verili kurumsal çerçeve içinde kalmaksızın, o kurumun ortaya çıkışına karşı mücadele edemeyeceği anlamına da gelir mi? Hayır gelmez. Çünkü bu genel kabul ancak, bir kurumun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için hiçbir çıkar yol bulunmadığı durumlar için geçerlidir. Boykot kesinlikle ihtilaflı bir meseledir zira bu tür kurumların ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için başka bir yol olup olmadığına ilişkindir. Plehanov ve şürekâsı, boykot karşısındaki tutumları ile meselenin neye ilişkin olduğunu anlayamadıklarını göstermektedirler.



Her bir boykot, verili bir kurumsal çerçeve içerisinde kalmaksızın, onun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik bir mücadele ise, Bulygin Duması boykotu, her şey bir yana, monarşist anayasal kurumlar düzeninin ortaya çıkışının önlenmesinin mücadelesidir. 1905 yılı, genel grevler (9 Ocak sonrasındaki grev dalgası) ve isyanlar (Potemkin) şeklindeki kitle mücadelesinin olanaklılığını apaçık göstermiştir. Bu nedenle, kitlelerin doğrudan devrimci mücadelesi, gerçektir. Öte yandan, bir başka gerçek, hareketi (kelimenin en doğrudan ve dar ifadesi ile) devrimci yolundan saptırıp, monarşist anayasa yoluna sokmaya çalışan, 6 Ağustos yasasıydı. Bu iki ayrı yolun çatışması, nesnel olarak kaçınılmazdı. Âdeta, devrimin mevcut durumdaki gelişimi için bir yol seçimi söz konusu idi. Şu ya da bu grubun iradesi ile değil, elbette, devrimci ve karşıdevrimci sınıfların göreli gücü ile belirlenecek bir seçim… Bu güç, ancak bir mücadele ile sınanıp, ölçülebilirdi. O nedenle, Bulygin Duması’nı boykot çağrısı, monarşist-anayasal tercihin karşısında, doğrudan devrimci mücadele için mücadele şiarı idi. Elbette, ilki tercih edilerek de mücadele etmek mümkündü. Mümkünün ötesinde kaçınılmazdı. Monarşist anayasa temelinde dahi, devrimi sürdürmek ve yeni kabarmalar için hazırlanmak mümkündü. Monarşist anayasa temelinde dahi Sosyal-Demokratlar için mücadeleyi sürdürmek mümkün ve zorunlu idi. Axelrod ve Plehanov’un 1905’te sıkı ve saçma bir şekilde kanıtlamaya çalıştıkları, herkesçe bilinen bu gerçek, doğruluğunu korumaktadır. Ancak tarihin önümüze koyduğu mesele farklı idi: Axelrod ve Plehanov, “konu dışı” tartışmakta idiler. Bir başka deyişle, Alman Sosyal Demokrat ders kitabının son baskısındaki bir meseleden bahisle, çatışan güçlerin ortaya çıkardığı meseleyi konuşmaktan yan çizdiler. Yakın gelecekte ortaya çıkacak olan, mücadele yolunun tercih edilmesi için mücadele etme gerekliliği tarihsel olarak kaçınılmazdı. Seçenekler şunlardı: Ya eski otorite, Rusya’nın ilk temsil kurumunu toplayacak ve ona uyan devrim, bir süreliğine (belki kısa, belki gerçekten uzun bir süre) monarşist anayasal yola sapacaktı ya da halk, devrimin monarşist anayasal yola sapmasını engelleyip, kitlelerin doğrudan devrimci mücadele yolunu (yine az çok uzun bir süreliğine) muhafaza ederek, eski rejimi silip süpürmek –en kötü ihtimalle onu sallamak- üzere doğrudan saldırıya geçecekti. 1905 sonbaharında, Rusya devrimci sınıflarının karşı karşıya olduğu, ancak Axelrod ile Plehanov’un o sırada fark edemedikleri tarihsel sorun bu idi. Sosyal-Demokratlar’ın aktif boykot savunusu, meseleyi ateşlemenin bir yolu idi. Proletarya partisinin bilinçle yükselteceği bir yol; mücadele yolunun tercih edilmesini sağlama mücadelesi şiarı…



Aktif boykotu savunan Bolşevikler, tarihin önümüze koyduğu meseleyi nesnel olarak yorumladılar. 1905 Ekim-Aralık mücadelesi, gerçekten mücadele hattı tercihine ilişkin bir mücadele idi. Bu mücadele verilirken, şans da söz konusuydu: Devrimci halk, devrimi monarşist anayasal çizgiden çevirerek, liberal-jandarma temsil kurumları yerine saf devrimci türden temsil kurumlarını -İşçi Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi- inşa etme fırsatı verecek şekilde, hâkimiyeti, hemen başta elde etmişti. Ekim-Aralık süreci, özgürlüğün, kitlelerin bağımsız etkinliğinin en üst düzeyde olduğu, monarşist anayasal kurumlardan temizlenmiş bir zemin üzerinde işçi hareketlerinin en yüksek hız ve genişliğe ulaştığı, eski rejimin hali hazırda zayıflatıldığı ancak halkın yeni devrimci iktidarının –İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi-, henüz onu tümüyle değiştirmeye de yeterli olmadığı “hükümdarsız” dönemde, halk kalkışmasının yasa ve yasaklarının uygulandığı bir süreçti. Aralık mücadelesi meseleyi farklı bir yöne taşıdı: Eski rejim, halkın saldırısını, onun mevzilerini ele geçirerek püskürttü. Ancak elbette, o esnada, bu kesin zaferi gözden geçirmenin yeterli zemini yoktu. 1905 Aralık kalkışması, 1906 yazındaki, tek tük ve parçalı ayaklanma ve grevlerle sürdü. Witte Duması’nı boykot çağrısı, bu kalkışmaların yoğunlaştırılıp, genelleştirilmesi çağrısı idi.



Böylece, Rus Devrimi deneyiminin Bulygin Duması boykotu çözümlemesinden çıkartılması gereken ilk sonuç, tarihin, nesnel olarak boykot görünümü altında, şu sorunları gündeme getirdiğidir: Acilen bir ilerleme hattı belirleme mücadelesi, Rusya’nın ilk temsilciler meclisinin toplanması çağrısını eski otoritenin mi yeni oluşturulan halk iktidarının mı yapacağı mücadelesi, doğrudan devrimci bir hat ya da (bir süreliğine) monarşist anayasal bir hat mücadelesi…



Bu cümleden olmak üzere, literatürde boykot şiarının basitliği, açıklığı ve “doğrudanlığı” meselesi, düz mü yoksa dolambaçlı bir ilerleme hattı mı sorusu ile birlikte sık sık, hele söz konusu tartışma yaşanırken daima, gündeme gelir. Halkın, eski rejimi doğrudan alaşağı etmesi; olmadı, zayıflatıp altını oymak suretiyle yeni hükümet kurumlarını oluşturması hiç kuşku yok ki, en doğrudan ve halkın çıkarına olan yoldur. Ancak aynı zamanda en yüksek düzeyde güç gerektiren yoldur. Karşı konulmaz üstünlükte bir güce sahip olunduğunda, cepheden yapılacak bir saldırı ile kazanmak mümkündür. Bu üstünlüğe sahip olunmadığında ise, hiç hareket etmemek ya da yılankavi ilerlemek, hatta geri çekilmek vs. gibi daha dolaylı yollara başvurmak gerekir. Elbette monarşist anayasal çizgi, hiçbir şekilde bu çizgi aracılığıyla daha dolaylı bir şekilde hazırlanıp geliştirilen devrim fikrinin dışlanması anlamına gelmez. Ancak bu yol daha uzun ve dolambaçlı bir yoldur.



Özellikle 1905 (Ekimi’ne kadarki) Menşevik literatürü, Bolşeviklerin bağnazlığı iddiaları ve tarihin dolambaçlı yollarını da göz önüne almaları gerektiği tembihleri ile doludur. Bu özellikteki Menşevik metinlerinde, bize atların yulaf yediğini ve Volga Nehri’nin Hazar Denizi’ne döküldüğünü söyleyen farklı bir tür muhakeme modeli görürüz. Bu muhakeme modelinde, tartışılmaz gerçekler tekrarlanarak, meselenin tartışmaya açık özü gizlenmektedir. Tarihin dolambaçlı bir yol izlediği ve bir Marksist’in en karmaşık ve garip dolambaçlara dahi hazır olması gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Fakat bu gerçeği yineleyip durmanın, tarih birbiriyle rekabet halindeki güçleri doğrudan ya da dolambaçlı bir yol tercihi ile karşı karşıya bıraktığında, bir Marksist’in ne yapması gerektiği sorusu ile hiçbir ilgisi yoktur. Her şeyin olup bittiği böylesi anlarda ya da dönemlerde meseleyi kaçırıp, tarihin dolambaçlı seyrini ileri sürmek, “susturucudaki adam” gibi davranmak ve atların yulaf yedikleri gerçeğine dalıp gitmektir. Öyle ki, devrimci süreçler, çatışan toplumsal güçlerin çarpıştıkları, ülkenin görece çok uzun bir süre takip edeceği doğrudan ya da dolambaçlı bir yöntemi tercih edip etmeyeceği sorununa karar verilen, görece kısa bir zaman aralığını kapsayan tarihsel süreçlerdir. Dolambaçlı yolları hesaba katma gereği, Marksistler’in kitlelere, tarihin en kritik anlarında doğrudan yolun tercih edilmesi gerektiğini anlatabilecek durumda olmaları, kitlelere doğrudan yolun tercih edilmesi mücadelesi sırasında yardımcı olmaları, mücadele çağrılarını yükseltmeleri vb. gerçeğini zerre kadar ortadan kaldırmaz. Ve, doğrudan yolun yerine dolambaçlı yolun tercih edilmesiyle sonuçlanan kritik tarihsel mücadele sona erdiğinde, yalnızca iflah olmaz cahillerle en kalın kafalı ukalalar, doğrudan yolun tercih edilmesi için sonuna kadar direnenlere istihzayla dudak bükerler. Aynı, Treitsche benzeri polis kafalı Alman resmi tarihçilerinin 1848’de Marx’ın doğrudan devrim çağrısı ve devrim şiarı karşısında dudak büktükleri gibi…



Marksizm’in tarihin dolambaçlı yolu karşısındaki tutumu, uzlaşma karşısındaki tutumu ile aynıdır. Tarihte yaşanan her bir zikzak, yeniyi tümüyle yadsıyabilecek güce artık sahip olmayan eski ile eskiyi tamamen yere çalacak güce sahip olmayan yeni arasındaki bir uzlaşmadır. Marksizm, uzlaşmaların hepsini reddetmez. Marksizm, bunları kullanmak gerekliliğini dikkate alır ancak bu, yaşayan ve işleyen bir tarihsel güç olarak Marksizm’i, uzlaşmalara karşı tüm gücüyle mücadele etmekten zerre alıkoymaz. Çelişki gibi görünen bu durumu anlamamak, Marksizm’in temellerini hiç bilmemektir.



Bir keresinde Engels, Komün’ün (1874)[2] Blankist mültecilerinin manifestosu üzerine yazdığı bir makalede, uzlaşma karşısındaki Marksist tutumu, sert, net ve özlü bir şekilde vurgulamıştı. Blankistler, manifestolarında, her ne olursa olsun hiçbir uzlaşmayı kabul etmediklerini yazmaktaydılar. Engels, bu manifestoyu gülünç buluyordu. Ona göre mesele, koşulların bizi mahkum ettiği (ya da koşulların bizi “mecbur ettiği”- Özgün metnin kendisine bakma olanağı olmadan, aklımda kaldığı kadarıyla alıntılamak zorunda olduğum için okuyucudan af diliyorum) uzlaşmaları reddetme meselesi değildi. Mesele, proletaryanın hakiki devrimci hedeflerini açık seçik bir şekilde gerçekleştirmek ve bunu her hal ve koşulda, her türden zikzaklar ve uzlaşmalarla becerebilmektir.



Kitlelere yönelik bir şiar olarak boykotun basitliğine, doğrudanlığına ve açıklığına ancak bu açıdan bakarak kıymet verebiliriz. Boykot şiarının bu faziletleri, kendinden menkul değildir. Yalnızca şiarın kullanıldığı somut nesnel durumda doğrudan mı, dolambaçlı ilerleme yolunun mu tercih edileceğine ilişkin mücadelenin verileceği koşullarda bir anlam ifade eder. Bulygin Duması döneminde bu şiar doğru ve işçi sınıfı partisinin tek devrim sloganı idi. Bunun nedeni en basit, en dobra, en net şiar olması değil, dönemin tarihsel koşulları işçi sınıfı partisinin önüne, dolambaçlı monarşist anayasa seçeneğine karşı basit ve doğrudan mücadele görevini koymasıydı.



Soru şudur; bu özel tarihsel koşulların günümüzde bulunup bulunmadığına hükmetmemizi sağlayacak ölçütler nelerdir? Somut nesnel koşullarda, basit, dobra ve net bir şiarı yalnızca bir ifade olmaktan çıkarıp, gerçek mücadeleye en uygun şiar haline getiren ayırt edici nitelik nedir? Şimdi bu soruyu ele almalıyız.