Hiroşima'ya
atom bombasının atıldığı 6 Ağustos 1945'ten bu yana tam 67 yıl geçti.
Ama ne yazık ki insanlık, büyük çoğunluğu ABD ile Rusya Federasyonu'nun
elinde olmak üzere binlerce nükleer ve termonükleer silahın bulunduğu
bir ortamda yaşadığı günümüzde meydana gelebilecek kapsamlı bir nükleer
savaşın eşi görülmedik, dünyanın her tarafını etkileyebilecek ve belki
de bir tür olarak homo sapiens'in yokoluşuyla sonuçlanabilecek bir felâkete
yol açabileceğini unutmuş gözüküyor. Aşağıdaki, 3-6 Ağustos 2005 tarih
ve "60 Yıl Sonra:Hiroşima ve Nagazaki’de ABD Nükleer Terörü" başlıklı
yazı ile ona ek olarak yazılan 8 Ağustos 2009 tarih ve
"Hiroşima-Nagazaki 2009" başlıklı yazı, işte bu tehlikeli unutkanlığa
karşı kaleme alınmışlardır. Saint Just Hiroşima-Nagazaki 2009 Garbis Altınoğlu, 8 Ağustos 2009 “Bu
en korkunç anda Hiroşima’nın yüzde 60’ı yerle bir oldu. 1 milyon derece
santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan
havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu.” (Joseph
Siracusa, Nuclear Weapons: A Very Short Introduction/ Nükleer Silahlar: Çok Kısa Bir Giriş) Hiroşima
ile Nagazaki’ye atom bombası atılmasının üzerinden 64 yıl geçti. Ama bu
konu insanlığın gündeminden düşmedi; en azından objektif olarak. Bu
süre içinde, başta ABD ve SSCB/ Rusya gelmek üzere çeşitli devletlerin
elinde bulunan nükleer silahların gerek sayısı ve gerekse tahrip gücü
çok büyük ölçüde arttı. Bugün dünyada, büyük çoğunluğu bu iki ülkenin
elinde olmak üzere onbinlerce nükleer ve termonükleer silah bulunuyor.
Özellikle ABD ve Rusya, sahip oldukları nükleer başlıklı kıtalararası
balistik füzeler sayesinde dünyanın hemen hemen her yerini vurma
olanağına sahipler. (1) Öte yandan, nükleer silahlar sadece ilk patlama
anında çok sayıda can almakla kalmıyorlar; bu patlamaların yol açtığı ve
açacağı ölüm sayısı sadece radyoaktif kirlenmeye bağlı olarak onyıllar
süren hastalıklara ve ölümlere de yol açıyor. 1986’da Ukrayna’daki
Çernobil nükleer santralında meydana gelen kazanın, hatta 1945’te
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının etkisiyle insanlar
bugün bile hastalanmaya ve ölmeye devam ediyorlar. Ne
var ki, olası ve yüzlerce ya da binlerce atom ve hidrojen bombasının
kullanılacağı büyük ölçekli bir nükleer savaş daha ilk başta yüzlerce
milyon insanın ölümüne, savaşan ülkeler başta gelmek üzere tüm dünyada
çok büyük bir maddi yıkıma, başta büyük kentler gelmek üzere yerleşim
yerlerinin altyapı hizmetlerinin neredeyse tümüyle durmasına, olağanüstü
boyutlara varacak olan hijyen, tedavi ve tıbbi yardım taleplerini
karşılayamayacak hale gelecek olan sağlık hizmetlerinin çökmesine ve
radyoaktif kirlenme başta gelmek üzere küresel bir çevre kirliliğine yol
açacaktır. Dahası böyle bir savaşın, bildiğimiz biçimiyle insan
uygarlığını ve hatta belki de homo sapiens’i, yani insanlığı yok
etmesi sözkonusu olmasa bile onu çok gerilere savuracağı kesindir. Bilim
adamları, böyle bir senaryonun gerçekleşmesi halinde doğal kaynakların
hemen hemen tümünün radyoaktif kirlilikten etkileneceğini, nükleer
patlamaların yol açacağı dev yangınların atmosferin üst katmanlarında
oluşturacağı duman, is ve toz bulutunun güneş ışınlarının dünyaya
ulaşmasını engelleyeceğini ve dünya ikliminin hissedilir biçimde
soğumasına yol açacağını (nükleer kış senaryosu) ve bunun da ormanlık
alanları ve tarımsal üretimi çok büyük ölçüde azaltacağını ve insanlığı
bir küresel açlığa mahkum edeceğini tahmin ediyorlar. Hiroşima
ve Nagazaki trajedisinden sonra, yani “Soğuk Savaş” döneminde ABD ile
Sovyetler Birliği arasında ve bugüne kadar nükleer silahların
kullanıldığı bir savaşın yaşanmamış olması bu konuda bir rehavet
duygusuna yol açmıştır. Öyle ki genel bir savaş tehlikesinin daha da
büyük olduğu bugün, 1980’lerde olduğu gibi nükleer savaş tehlikesine
karşı kitlesel bir barış hareketi bile yok. 1945’ten sonra nükleer
silahların kullanılmamış olması, bundan böyle de bunun böyle olacağı
anlamına gelmez. (2) Bu tümüyle sahte bir nitelik taşıyan güvenlik
duygusunun esas nedeni, kitlelerin emperyalist burjuvazi ve onun
uşakları tarafından sürdürülen belleksizleştirme sürecinin kurbanı
olmasıdır. Bu operasyondan ilerici insanlığın da nasibini aldığı
yadsınamaz bir olgu. Hafıza-i beşerin nisyanla malul olduğu, yani insan
belleğinin unutkanlıkla sakatlanmış olduğu aksiyomu, ne yazık ki bu
alanda fazlasıyla geçerlidir. Hiroşima-Nagazaki trajedisinin üzerinden
64 yıl geçmiş ve bu süre içinde pek çok yıkıcı savaş yaşanmış olmasına
rağmen insanlığın, hatta ilerici insanlığın kısmi ya da genel bir
nükleer savaş tehlikesinin bilincinde olduğu söylenemez. ABD halkının
durumu ise içler acısı. Geçenlerde Quinnipiac Üniversitesinin yaptığı
bir anket, ABD yurttaşlarının yüzde 61’inin Hiroşima ile Nagazaki’ye
atom bombası atılmasını doğru görmelerine karşılık sadece yüzde 22’sinin
bu eylemleri yanlış bulduğunu göstermişti. ABD okullarında okutulan
ders kitaplarında hala, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının
milyonlarca ABD askerinin canını kurtardığı hikayesi anlatılıyor.
Başında Barack Obama’nın bulunduğu aynı ABD, bu yıl nükleer silahların
geliştirilmesi için 6 milyar dolardan fazla para harcayacak. Hiroşima-Nagazaki
trajedisini unutmamak gerek; ama bu, sadece geçmişte işlenmiş olan
korkunç bir savaş suçunu insanlığın kollektif belleğinden silme
çabalarına izin vermeme kararlılığı olarak görülmemeli. Sovyetler
Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra esen ya da estirilen sahte
yumuşama havasının bir kaç yıl içinde dağılması, kapitalist-emperyalist
sistem ayakta kaldığı sürece savaş tehlikesinin devam edeceği yolundaki
Marksist önermenin ne denli doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Kabaca
2001’den bu yana ise, emperyalistlerarası çelişmelerin keskinleşmeye
yüz tutması, gerek konvansiyonel ve gerekse nükleer alanda silahlanmanın
yoğunlaşması, bir nükleer savaş tehlikesini daha da arttırmaktadır.
Bugün bu tehlike, öncelikle dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı
ABD’nden ve onun yakın bağlaşığı İsrail’den kaynaklanıyor. Ancak bunun
yanısıra, nükleer silahların yaygınlaşması, “küçük-ölçekli” ve bölgesel
nükleer savaşların patlak vermesi olasılığını “Soğuk Savaş” dönemine
göre daha da arttırmaktadır. Örneğin, şimdiye kadar birbirleriyle dört
kez savaşmış olan Hindistan ile Pakistan’ın önümüzdeki aylarda ya da
yıllarda girişebilecekleri bir savaşta nükleer silahlar
kullanmayacaklarının hiçbir güvencesi yok. Dünya üzerindeki giderek zayıflayan egemenliğini askerî
zor ve saldırganlık yoluyla ayakta tutmaya çalışan ABD, bir önceki
başkan G. W. Bush döneminde faşist “önleyici vuruş” doktrinini kabul
etmiş ve kendisi için tehdit oluşturduğu kanısına vardığı bir ülkeye tek
yanlı olarak saldırma “hakkı”nı ilan etmişti. Daha da önemlisi, yeni
başkan B. Obama’nın değiştirmek için hiçbir girişimde bulunmadığı bu
doktrine, ABD’nin nükleer silahlara sahip olmayan ülkelere karşı nükleer
silah kullanma “hakkı”nı savunması eşlik ediyor. 2004’te, dönemin ABD
“Savunma” Bakanı Donald Rumsfeld “Nükleer Silahları Kullanma Politikası”
adlı bir belge yayımlamış ve burada ABD’nin, elinde nükleer silah
bulundurmasının nedeninin, “potansiyel düşman liderliklerinin elinde
bulunan kritik önemdeki savaşmaya ve savaşı sürdürmeye yarayabilecek
varlıkların ve olanakların yokedilmesi” olduğunu ileri sürmüştü. Halen
yürürlükte olan bu belgenin faşist mantığına göre ABD, herhangi bir
devleti “potansiyel düşman” olarak damgalayabilir ve nükleer saldırının
hedefi haline getirebilir. Bu terörist
devlet, zaten nükleer silah kullanmaksızın da, yani devsel ve modern
konvansiyonel silahlarının ve uyguladığı ve uygulattığı ekonomik
yaptırımların yardımıyla da milyonlarca insanı katledebileceğini 20.
yüzyıl boyunca yeterince kanıtlamıştır ve 21. yüzyılda da kanıtlamaya
devam etmektedir. (Vietnam ve Irak örnekleri) Ancak, ABD-NATO’nun,
Rusya’yı kuşatacak biçimde doğuya doğru genişlemesi, ABD’nin, Polonya ve
Çek Cumhuriyeti’ne füzeler ve füze kalkanı sistemi yerleştirmekte
diretmesi ve Rusya’nın bu girişimin nükleer bir savaşa yol açabileceği
yolundaki uyarıları, ABD’nin, Afganistan ve Irak’ta giriştiği saldırı
savaşları ve İsrail’in Filistin, Lübnan ve Suriye’ye karşı saldırılarını
destekleyen ABD’nin barışçı nükleer çalışmalarından ötürü İran’ı
nükleer bir saldırıyla tehdit etmesi ve İsrail’i “sığınak delici” olarak
bilinen taktiksel nükleer silahlarla donatması, Çin ile gelecekte
girişebileceği bir askerî çatışma için yaptığı hazırlığın bir parçası olarak ABD’nin, Hindistan’ın nükleer silahlanmasını desteklemesi vb., insanlığın her an yeni ve çok daha korkunç Hiroşima’lar ve Nagazaki’lerle karşı karşıya kalabileceğini göstermektedir. (3) Nükleer
silahlara sahip olduğunu açıkça kabul bile etmeyen İsrail ise yıllardır
İran’ı savaşla tehdit ediyor. Nükleer silah yapma peşinde olduğunu
ileri sürdüğü İran’ın kendisi için yaşamsal bir tehlike oluşturduğunu ve
oluşturacağını ileri süren Siyonist devlet, “İkinci Holokost”a asla
izin vermeyeceğini söylerken, son çözümlemede bu ülkeye karşı nükleer
silahlar kullanacağını doğrulamış oluyor. Saldırganı
kurban, kurbanı da saldırgan olarak göstermede uzmanlaşmış olan tekelci
medyanın dezenformasyon kampanyası, bütün bu savaşları ve savaş
hazırlıklarını adeta bir savunma refleksi olarak sunmaktadır. Ama belki
de hepsinden acısı, bu nükleer saldırı hazırlıklarının, örneğin İran’ın
karşı karşıya bulunduğu nükleer saldırı tehdidinin ilerici insanlık
tarafından ciddi bir biçimde sorgulanmaması ve güçlü bir kitlesel
tepkiyle karşılanmamasıdır. Tarihsel
deneyim, özelde nükleer savaş tehlikesi ve genelde savaş tehlikesinin,
pasifistlerin ve liberallerin sofuca dilekleri ya da burjuva devlet
yöneticilerinin ve diplomatlarının ikiyüzlü ve sahte konuşmalarıyla
önlenemeyeceğini göstermiştir. Bunun başarılması, ancak işçi ve emekçi
kitlelerinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist savaşımının yükselmesi
ve zaferle taçlandırılmasıyla olanaklı olacaktır. Onbinlerce nükleer
silahın, gerçek ve potansiyel savaş suçlusu gerici kliklerin elinde
bulunduğu bugünkü koşullarda, bir tür olarak homo sapiens’in
yazgısı, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde proleter devriminin
zaferine bağlıdır. Bir başka deyişle gerçek barışa ulaşmanın bir tek
yolu vardır: İnsanın insanı sömürmesine ve ezmesine dayanan kapitalizmi
yıkmak ve sınıflı toplumun yerine sınıfsız toplumu kurmaya girişmek. DİPNOTLAR (1)
Bugün dünyada, -yüzde 95’i ABD ile Rusya’nın elinde olmak üzere- toplam
9 ülkede (ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa, İsrail, Hindistan,
Pakistan ve Kuzey Kore) 23,000 nükleer bomba bulunduğu tahmin ediliyor. (2) Aslına
bakılırsa dünyamız, hem de bir kaç kez ABD ile SSCB/ Rusya arasında
geniş ölçekli bir nükleer savaş tehlikesi de atlatmış bulunuyor.
Bunlardan en önemlileri, 1962 yılındaki “Küba krizi” sırasında, ikincisi
ise Ekim 1973’teki Arap-İsrail savaşı sırasında yaşandı. Bunların
yanısıra sahte alarmlar… (3) Halihazırda Dünya Güvenlik Enstitüsü başkanı olan ve bir ara 170, 300 ve 335 kilotonluk savaş başlıklarıyla donatılmış Minutemen
Kıtalararası Balistik Füzelerinin sorumlu subayı olarak görev yapmış
bulunan Bruce Blair, bir kaç yıl önce yaptığı bir açıklamada, bir
nükleer savaşa girişmeleri halinde ABD ile Rusya’nın birbirlerine 12
dakika içinde 100,000 Hiroşima bombasına eşdeğer güçte nükleer ve
termonükleer bomba atabileceklerini belirtmişti. 60 Yıl Sonra: Hiroşima ve Nagazaki’de ABD Nükleer Terörü Garbis Altınoğlu, 3-6 Ağustos 2005 Saçlarım tutuştu önce Gözlerim yandı kavruldu Bir avuç kül oluverdim Külüm havaya savruldu Nazım Hikmet “Şimdi
artık sadece savaşı kökünden dönüştürmekle kalmayacak, aynı zamanda
tarihin ve uygarlığın da seyrini değiştirecek bir silaha sahiptik.” Harry S. Truman 6
Ağustos 1945 günü saat sabah 8:15’te bir ABD uçağı Japonya’nın, 350,000
kişinin yaşadığı Hiroşima kentinin üzerine “Little Boy” (=Küçük Oğlan)
adı takılmış olan atom bombasını bıraktı. “Küçük Oğlan” 80,000 kişiyi
anında öldürdü. Atom bombasının yaydığı korkunç sıcaklık, patlama gücü,
basıncın etkisiyle ilk elde ölenlerin çoğunun cesetlerinden geriye
hiçbir iz kalmayacaktı. Bedenleri radyasyonun ve ısının etkisiyle yanan,
ancak anında ölecek kadar talihli olmayanlar, ya kendilerini kentin
içinden geçen ırmağa atarak, ya da korkunç acılar içinde can çekişerek
öleceklerdi. Bunu izleyen haftalarda ise onbinlerce insan, gerekli
tedavi olanaklarının bulunmaması, radyasyondan kaynaklanan hastalıkların
tedavisi konusunda bilgi eksikliği ve Japonya’nın altyapısının ve
sağlık tesislerinin büyük ölçüde tahrip edilmiş olması nedeniyle yavaş
yavaş ve büyük acılar çekerek can verecekti. 1950 yılına gelene dek
“Küçük Oğlan”ın patlaması sonucunda yaralanan ve hastalanan 200,000 kişi
daha yaşamını yitirecek, 1950-1980 yılları arasında ise gene bu son
nedenden ötürü 97,000 kişi daha ölecekti. Yani, Hiroşima’ya atılan atom
bombası toplam 377,000 kişinin ölümüyle sonuçlanacaktı. 9 Ağustos
1945’te 270,000 kişinin yaşadığı Nagazaki’ye atılan ikinci atom bombası,
yani “Fat Man” (=Şişko) ise, 1980 yılına kadar toplam 200,000’den fazla
insanın canına mal olacak, böylelikle iki atom bombasının yol açtığı
ölü sayısı 580,000’e yaklaşacaktı. (1) Bu arada 1945’te, yaklaşık
1,000,000 kişinin yaşadığı Kyoto kentinin bir nükleer felâketten
adeta bir rastlantı sonucu kurtulduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Atom
bombasına ilişkin çalışmaları gerçekleştiren Manhattan Projesinin
yöneticisi General Leslie Groves’in yoğun itirazlarına rağmen ABD Savaş
Bakanı Henry Stimson Kyoto’yu hedef listesinden çıkarmış ve yerine
talihsiz Nagazaki’yi geçirmiş ve böylece ilk evrede en az 800,000
kişinin yaşamını yitireceği bu kenti “kurtarmıştı.” Manhattan Projesinin
yöneticisi General Groves, daha sonra kaleme aldığı anılarında
Kyoto’nun hedef listesinden çıkarılmasından duyduğu hayal kırıklığını
şöyle dile getirecekti: “Daha önce de
söylemiş olduğum gibi, ben özellikle Kyoto’nun hedef olarak
kullanılmasını istedim; çünkü burası, atom bombasının etkileri hakkında
tam bir fikir sahibi olabilmemize olanak verecek büyüklükteydi. Nagazaki
bu bakımdan aynı ölçüde doyurucu değildi.” (Leslie Groves, Now It Can Be Told:Story of the Manhattan Project), Londra, Andre Deutsch, 1963, s. 275) Hiroşima
ve Nagazaki’de ölü sayısının artmasının bir başka nedeni de, kent
sakinlerinin daha önceden hiçbir biçimde uyarılmamış olmasıydı. ABD Hava
Kuvvetleri, 17 Haziran-5 Ağustos 1945 tarihleri arasında 58 ayrı Japon
kentine karşı konvansiyonel bombaların kullanıldığı yoğun hava
bombardımanları gerçekleştirmişti. ABD, yüzbinlerce insanın yaşamını
yitirdiği ve büyük tahribata yol açan bu bombardımanlardan önce,
göstermelik olarak da olsa, insan kaybını azaltmak amacıyla, uçaklardan
bildiri atmak suretiyle kent sakinlerini uyarıyor ve onlara hedef
bölgelerden uzak durmalarını anımsatıyordu. Ancak, Hiroşima ve
Nagazaki’nin bombalanması sırasında bu standart prosedür uygulanmadı. O
sıralar (Manhattan Projesinin bir parçası olan) Metalürji Projesinin
başında bulunan Dr. Arthur Compton bunu daha sonra şu sözlerle itiraf
edecekti: “Hiroşima’ya hiçbir spesifik
uyarı yapılmamıştı. Halk habersiz yakalanmıştı. Herkes sokaklarda günlük
olağan işleriyle meşguldu.” (Arthur Compton, Atomic Quest, Londra, Oxford University Press, 1956, s. 254-255) ABD
Başkanı Truman’ın yüzbinlerce insanın bir anda korkunç bir biçimde
ölmelerine yol açan nükleer patlamaya reaksiyonu ilginç ve öğreticiydi.
SSCB Başbakanı Joseph Stalin ve Britanya Başbakanı Winston Churchill ile
birlikte katıldığı Potsdam Konferansından Augusta kruvazörüyle ABD’ne
dönüşü sırasında Başkan Truman’a ivedi bir mesaj ulaştırılacaktı.
Mesajda “HİROŞİMA BOMBALANDI” yazıyordu. Hiroşima’nın bombalanmasını,
“Bu tarihin tanık olduğu en büyük olay” diyerek sevinçle karşılayan
Truman geminin içinde koşarak haberi herkese duyuracaktı. Truman’ın
biyografisini kaleme alanlardan Donovan, Conflict and Crisis adlı kitabında bunu şöyle anlatacaktı: “O
üzerinde hiç kafa yormadan, şimdiye kadar yaptığı hiçbir açıklamanın
kendisini bu denli mutlu etmediğini söyledi.” (Aktaran Tim Weiner, Blank Check, New York, Warner Books, 1991, s. 23) * * * * * Nükleer
fizik alanında araştırmaların daha Birinci Dünya Savaşı sonrasında
belli ölçüde gelişmiş olduğu ABD’nde atom bombasına ilişkin çalışmalar,
ilk kez 1939’da başladı. “Manhattan Projesi” kod adı verilen bu çalışma,
1942 yazından itibaren Nazilerin zulmünden kaçan ve ABD’li bilim
adamlarının yanısıra Britanya ve Kanada’nın da katılımıyla son derece
gizli bir biçimde sürdürüldü. Churchill ile Roosevelt nükleer alanda
işbirliği yapmayı ilk kez 20-25 Ocak 1942’de yapılan ve Sovyetler
Birliği’nin temsil edilmediği Washington Konferansında kararlaştırdılar.
Onlar, 17-24 Ağustos 1943’de Kanada’nın Quebec kentinde yaptıkları bir
başka konferansta, aralarındaki nükleer işbirliğini, faşist bloka karşı
bağlaşıkları durumundaki SSCB’nden gizli tutma konusunda da anlaştılar.
Açıkça dile getirmemekle birlikte, iki taraf ta savaşın gidişatının
faşist blokun aleyhine döndüğünün ortaya çıkmış olduğu bu dönemde, atom
bombasını gelecekteki düşmanları olan SSCB’ne karşı bir askerî
tehdit ve bir diplomatik koz olarak kullanmayı düşünüyorlardı. 1942
yazında Manhattan Projesinin başına getirilen General Leslie Groves
şöyle diyecekti: “(Projenin- G. A.)
Yönetimini üstlenmemin üzerinden daha iki hafta geçmeden kafamda,
Rusya’nın düşmanımız olduğu ve bu Projenin bu temelde yürütüldüğü
konusunda hiçbir yanılsama kalmadı.” ABD
yetkilileri, önemli bir bölümü anti-faşist eğilimli olan nükleer
bilimcilerin duraksamalarını gidermek ve bir an önce böyle bir silahı
üretmelerini sağlamak için Nazi Almanyası ile bu alanda sıkı bir yarış
olduğu kanısını uyandırmaya çalışmışlardı. Tarihçi Kenneth C. Davis
şöyle diyordu: “Birçoğu Hitler
Avrupası’ndan kaçarak ABD’ne sığınmış olan ve New Mexico’nun Los Alamos
kentinde çalışan nükleer bilimciler, bir ‘Nazi bombası’ geliştirmekte
olan Almanlarla yarıştıklarını sanıyorlardı.” Daha sonraları
gizlilikleri kaldırılan belgeler, Nazilerle yarışın uydurma olduğunu
gösterecekti. SIS’in (=Britanya İstihbarat Servisi) resmi tarihine göre,
bu örgüt, savaşdışı ülkelerdeki bilimadamlarıyla bağları sayesinde 1943
ortalarına gelindiğinde, Almanların nükleer bomba üretme programı diye
bir şey olmadığını öğrenmişti. ABD,
hükümet üyelerinin büyük bölümünden bile saklanan bu projeye 1941-1945
yılları arasında gizli fonlardan 2 milyar doları aşkın kaynak ayırdı.
General Leslie Groves’in komutası altında, yürütülen bu çalışma, sonunda
16 Temmuz 1945’te New Mexico eyaletinin Alamogordo kentinde dünyanın
ilk başarılı nükleer denemesinin yapılmasıyla taçlandı. Eylül
1944’de Roosevelt ile Churchill, başarıyla denenmesi halinde atom
bombasının ilk evrede “belki, iyice ölçülüp biçildikten sonra Japonlara
karşı kullanılabileceği” konusunda genel bir görüş birliğine
varmışlardı. Roosevelt’in 12 Nisan 1945’de, yani İkinci Dünya Savaşının
sonuna yaklaşıldığı günlerde ölümünden sonra yerine yardımcısı Harry S.
Truman’ın geçtiği dönemin koşulları, bir önceki dönemin koşullarından
farklıydı; faşist bloka karşı SSCB-ABD-Britanya arasında bir askerîbağlaşmaya
duyulan gereksinim ortadan kalkmaya yüz tutmuş, emperyalist ülkelerin
Sovyetler Birliği’ne ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı
birleşik cephesi politikası bir kez daha öne çıkmaya başlamıştı. Bu
koşullarda ABD ve Britanya’nın atom bombasını, bu siyasal amaçlarının
bir dayanağı haline getirmeyi düşünmemeleri olanaksızdı. Peki ama,
Hiroşima ve Nagazaki hangi gerekçelerle bu cehennem silahının hedefi
haline getirilecekti? Gerekçeler... Öteden
beri ABD emperyalistleri ve onların borazanları Hiroşima ve Nagazaki’ye
atom bombası atmalarını, bu yolla yüzbinlerce, hatta milyonlarca ABD
askerinin yaşamını kurtarmış oldukları savıyla meşrulaştırmaya
çalışmışlardır. Ama bu savların gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmadığı
bilinmektedir. Ağustos 1945’e gelindiğinde, hatta ondan aylar önce
Japonya fiilen yenilmiş bir ülkeydi; faşist bağlaşıkları İtalya çoktan
ve Almanya 9 Mayıs 1945’te teslim olmuş, hava ve deniz kuvvetleri hemen
hemen tümüyle tahrip edilmiş ve etkisizleşmiş, ekonomisi çökme noktasına
gelmiş, savaş sırasında işgal ettiği yerlerin hemen hemen tümünden ağır
kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmış olan Japonya teslim olmaya
hazırdı ve zaten bu amaçla birtakım diplomatik girişimlerde bulunuyordu.
Dahası, Sovyetler Birliği de Japonya’ya savaş ilan etmeye
hazırlanmaktaydı. ABD Başkanı Truman, Aralık 1945’te Hiroşima ile
Nagazaki’nin bombalanması sayesinde 250,000 ABD askerinin yaşamının
kurtarıldığını söylerken, 12 Ocak 1953’te yaptığı bir konuşmada bu
rakamı 1 milyona çıkarmış ve 28 Ocak 1959’da yaptığı bir başka konuşmada
“bombaların atılması... milyonlarca insanın yaşamını kurtardı” demişti.
Truman’ın ilk ve görece muhafazakar rakamı bile, ABD’nin Aralık
1941-Mayıs 1945 yılları arasında yer aldığı İkinci Dünya Savaşı’nda
bütün cephelerde verdiği toplam kayıp rakamına -298,000- yaklaşıyordu.
Oysa, ABD askerî
makamlarının, gene bu bayın buyruğu üzerine Haziran 1945’te hazırladığı
bir rapora göre, Japon adalarına karşı gerçekleştirilecek genel bir
saldırıda ölecek ABD askerlerinin sayısı 40,000 dolayında tahmin
edilmişti. Aslına bakılırsa bu gerekçenin hiçbir iler tutar yanı yoktu. Hatta, bazı öndegelen Amerikalı askerî
ve siyasal yetkililer de bunu kabul etmişlerdi ya da kendilerini
Hiroşima ve Nagazaki’de işlenen savaş suçundan uzaklaştırmak için bir
süre sonra bunu teslim edeceklerdi. Örneğin, resmi bir kuruluş olan ABD
Stratejik Bombardıman Ölçümü, 1946’da yaptığı bir değerlendirmede şu
sonuca varmıştı: “Japonya; atom
bombaları atılmamış, Rusya savaşa girmemiş ve hatta bir işgal
planlanmamış ya da düşünülmemiş olsa bile kesinlikle 31 Aralık 1945’ten
ve büyük olasılıkla 1 Kasım 1945’ten önce teslim olacaktı.” (Aktaran Barton Bernstein, The Atomic Bomb: The Critical Issues, Boston, Little Brown, 1976, s. 52) Başkan
Roosevelt ile Başkan Truman dönemlerinde genelkurmay başkanlığı
görevinde bulunmuş olan Donanma Amirali W. D. Leahy ise aynı konuda, “Bu
barbarca silahın Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının, Japonya’ya
karşı sürdürmekte olduğumuz savaşa hiçbir somut yararı olmadı. Fiili
deniz ablukası ve konvansiyonel silahlarla gerçekleştirdiğimiz başarılı
bombardımana bağlı olarak Japonlar zaten yenilmişlerdi ve teslim olmaya
hazırdılar” (W. D. Leahy, I Was There: The Personal History of the Chief of Staff to Presidents Roosevelt and Truman, Londra, Victor Gollencz Ltd., 1950, s. 429) demişti. Nükleer
silahların geliştirilmesini Başkan Roosevelt’le birlikte kararlaştırmış
ve desteklemiş olan Britanya Başbakanı Winston Churchill bu
değerlendirmeye katılıyordu. O, İkinci Dünya Savaşını anlatan kitabında
şöyle diyordu: “Japonya’nın yazgısını
nükleer silahların belirlediğini düşünmek yanlış olacaktır. Daha ilk
atom bombası atılmadan Japonya’nın yenilgisi kesinleşmişti ve bunu
sağlayan da çok üstün deniz gücü oldu.” (Winston S. Churchill, The Second World War, Cilt VI: Triumph and Tragedy, Boston, Houghton Mifflin Company, 1953, s. 646) Japonya’ya
karşı nükleer silah kullanılmasına gerek olmadığı yolunda görüş
bildirenler arasında, o sıralar Avrupa’daki ABD kuvvetlerinin komutanı
olan ve daha sonra Truman’dan başkanlık koltuğunu devralan General
Dwight D. Eisenhower da bulunuyordu. O anılarında, ABD, Britanya ve
Sovyetler Birliği arasında Temmuz 1945’de yapılan Potsdam Konferansında
şöyle demişti: “(ABD Savaş Bakanı- G.
A.) Henry Stimson’a…, Japonya’nın zaten yenilmiş bulunduğu ve
dolayısıyla atom bombasının atılmasının tümüyle gereksiz olduğu
yolundaki kanıma dayanarak ciddi kaygılarımı ilettim.” (Dwight D.
Eisenhower, Mandate for Change: 1953-1956, New York, Doubleday & Company Inc., 1963, s. 312-313) Eisenhower bu görüşünü, 1963’de Newsweek dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda, “Japonlar teslim olmaya hazırdı ve bizim onları vurmamız son derece kötü bir şeydi” diyerek bir kez daha yineleyecekti. İkinci
Dünya Savaşı sırasında Güneybatı Pasifik Bölgesi Bağlaşık Kuvvetleri
Başkomutanı olan ve sorumluluk bölgesinde atom bombalarının kullanılması
sırasında kendisine danışılmayan General Douglas MacArthur da Hiroşima
ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasını gerekli görmeyenler arasındaydı.
1950-53 yılları arasındaki Kore Savaşı sırasında saldırgan ABD
birliklerine komuta eden, Kore’nin tüm kentlerini yerle bir etmek ve
yüzbinlerce sivilin katletmekle kalmayıp, Kore halkına yardıma gelen Çin
Halk Cumhuriyeti’ne karşı atom bombası kullanmayı öneren bu azılı
gerici, yıllar sonra yaptığı bir basın toplantısında, “Japonya’ya karşı Bomba’yı kullanmaya gereksinimimiz yoktu” (New York Times, 21 Ağustos 1963, s. 30) diyecekti. MacArthur daha sonra, anılarında aynı görüşü şu sözlerle yineledi: “Kurmaylarım, Japonya’nın çökme ve teslim olma noktasında olduğu konusunda görüş birliği içindeydiler. Hatta ben, başka askerî operasyonlara girişilmeksizin ‘Japonya’nın barışçı bir biçimde işgali’ planlarının hazırlanması yolunda direktif vermiştim.” (Douglas MacArthur, Reminiscences, New York, McGraw Hill Book Company, 1964, s. 260) Bu
arada, Şikago Üniversitesindeki “Metalürji Projesi” laboratuarında
çalışan bilim adamlarının atom bombasının Japonya’ya atılması konusunu
kendi aralarında tartıştıklarını anımsatayım; başında Nobel ödüllü James
Franck’ın bulunduğu bir bilim adamları komitesi ABD hükümetine,
Japonlara gücünü göstermek için atom bombasının, kimsenin yaşamadığı,
boş bir adaya atılmasını önermiş, ancak bu öneri dikkate bile
alınmamıştı. Ve Gerçekler Peki,
Hiroşima ve Nagazaki’de uzun erimde yarım milyondan fazla insanın
canını alan saldırının gerçek nedeni ve amacı, Japon adalarının işgali
sırasında şu ya da bu kadar ABD askerinin ölmesini önlemek olmadığına
göre neydi? Burada bu sorunun hiç de tek ve basit olmayan yanıtını
vermeye çalışacağım. Ama öncelikle şu gerçeğin altı çizilmelidir:
Hiroşima ve Nagazaki’de gerçekleştirilen nükleer terör, önemli bir
sembolik anlam taşıyordu. ABD, bu eylemiyle can çekişmekte olan Japon
militarizmi, daha doğrusu Japon halkı üzerinden tüm dünyaya tarihsel bir
mesaj vermekteydi: “Artık dünyanın efendisi benim!” Aslında
yukardaki sorunun yanıtı, emperyalizmin doğasında ve gerek İkinci Dünya
Savaşından önce ve gerekse bu savaştan sonra kapitalist-emperyalist
sistemin dünya işçi sınıfı ve komünist hareketine, onun önderi konumunda
bulunan Lenin’in ve Stalin’in sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve ezilen
uluslara ve onların ulusal kurtuluş hareketlerine karşı genel tutumunda
yatmaktadır. Koşullar (özellikle Nazi Almanyası’nın, faşist İtalya’nın
ve militarist Japonya’nın nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını dayatan
saldırgan politikası) ve “kendi” işçi sınıfı ve halklarının anti-faşist
öfkesi, ABD ve Britanya’yı 1941’de Sovyetler Birliği ile anti-faşist bir
bağlaşmaya girmek zorunda bırakmıştı. Ancak, bu iki emperyalist devlet,
proleter diktatörlüğü devletiyle istemeden girdikleri bu bağlaşmayı her
zaman bir yük olarak görmüş ve anti-faşist savaşı yer yer sabote
etmekten de kaçınmamıştı. Onlar daha savaş biter bitmez, hatta belki de
bitmeden önce, Nazi sürülerine karşı savaşta 25 milyondan fazla şehit
veren işçilerin ve emekçilerin anayurduna karşı yeni bir savaşın
hazırlıklarına girişmiş, yani 1941 yılı öncesinin politikalarına geri
dönmüşlerdi. Onları böyle davranmaya zorlayan bir başka faktör de, gerek
Avrupa’da ve gerekse Asya’da Alman ve İtalyan faşizmine ve Japon
militarizmine karşı kararlılıkla savaşan Komünist Partilerinin ve diğer
devrimci güçlerin siyasal etki ve prestijlerinin büyük ölçüde artması,
bir dizi ülkede işçi sınıfı ve ezilen halkların ayağa kalkması ve önemli
devrimci mevziler kazanması ve sömürgecilik sisteminin temellerinin
sarsılmasıydı. Bu gelişmeler, küresel güç dengesinin belli ölçüde
devrimci ve anti-emperyalist güçler yararına değişmesine yol açmıştı.
ABD ve Britanya’nın daha savaşın hemen ertesinde, Alman, İtalyan ve
Japon faşizminin kalıntılarıyla işbirliğine girişmelerinin, hatta daha
savaş sona ermeden anti-Sovyetik komplolar tezgahlamalarının ve Soğuk
Savaşın zeminini oluşturmaya başlamalarının altında yatan neden de
buydu. Ne var ki, bu devrim ve sosyalizm
korkusu –anlaşılabilir nedenlerle- büyük ölçüde abartılmıştı.
Kapitalist-emperyalist sistemin istikrarını sarsan bütün bu gelişmelere
rağmen, en azından kısa erimde ABD’nin başını çektiği
kapitalist-emperyalist sistemin bir “Sovyet tehdidi”nden ve/ ya da yakın
bir proleter devriminden çekinmesini gerektirecek güçlü nedenler yoktu.
Savaşta 25 milyondan fazla insan kaybeden Sovyetler Birliği’nin
ekonomisi ve altyapısı acımasız Nazi işgali nedeniyle çok büyük bir
yıkıma uğramıştı. Daha sınırlı ölçüde olmak üzere aynı şey, Sovyetler
Birliği’nin ve Komünist Partilerinin nüfuzunun büyük olduğu Doğu Avrupa
ülkeleri için de söylenebilirdi. Batı Avrupa ülkelerinde ve özellikle
Fransa ve İtalya’da Komünist Partileri önemli bir güç haline
gelmişlerdi; ancak onlar da kapitalist sistem için yakın bir tehdit
oluşturacak durumda değillerdi. Dahası, savaşta sadece 300,000
dolayında asker yitiren ABD’nin toprakları savaşın yıkımından asla
nasibini almadığı gibi, 1930’lı yılların ortalarının New Deal
politikalarının yardımıyla toparlanmaya başlayan ülke ekonomisi savaş
siparişlerinin de etkisiyle hızlı bir büyüme göstermişti. Sovyetler
Birliği, ne modern bir deniz kuvvetlerine, ne ABD’ninkiyle boy
ölçüşebilecek stratejik bir hava kuvvetlerine, ne de -1949 yılına kadar-
atom bombasına sahipti. Kaldı ki ABD ile SSCB arasındaki askerî
güç dengesizliği bu tarihten sonra da sürecek, 1944 ile 1962 yılları
arasında ABD, Sovyetler Birliği karşısında gerek nükleer ve gerekse
konvansiyonel silahlar bakımından askerî
üstünlüğe sahip olmaya devam edecekti. Bütün bunlara şu da eklenmeli:
Savaşın ekonomisinde, toplumsal yapısında ve halklarında yol açtığı
olağanüstü maddi ve manevi yıkımın, kan kaybının ve yorgunluğun
üstesinden gelme gereksinimi nedeniyle İkinci Dünya Savaşının bitimini
izleyen yıllarda Sovyetler Birliği, ABD ve diğer emperyalistler
karşısında bir gerilim politikası izlemekten olabildiğince uzak duruyor
ve barış uğruna savaşımı daha önce olmadığı ölçüde destekliyordu. Ancak
bütün bunlar, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin lideri
konumundaki ABD’nin, temel politikalarını, azgın bir devrim ve sosyalizm
düşmanlığı tabanına oturtmasına engel olmayacaktı ve olmadı. Olmadı;
çünkü İkinci Dünya Savaşının ardından Hitler faşizminin çizmelerini
giyen ABD emperyalistlerinin gerek “kendi” işçi sınıfı ve halkına, gerek
sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve ezilen ulusların kurtuluş
hareketlerine saldırmak ve gerekse emperyalist-militarist saldırı ve
çılgınca silahlanma politikalarını meşrulaştırmak için korku üretmeye ve
yaymaya gereksinimi vardı. Bu korku üretme ve yayma çabası, ABD tekelci
burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarının doğrudan bir sonucuydu. Bu sınıfın
bazı açıksözlü temsilcilerinin biraz abartılı bir biçimde itiraf
ettikleri gibi, ABD’nde 1920’lerin sonları ve 1930’ların başlarında
olduğu gibi burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişmenin
keskinleştiği ve dolayısıyla proleter devrimi “tehlikesi”nin uç vermeye
başladığı koşulların oluşmasına izin vermemek olarak dile getiriliyordu.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 1944’de bu konuda şunları
söyleyecekti: “Ekonomik ve sosyal
sistemimiz bakımından çok kapsamlı sonuçlar doğurmaksızın, 1920’lerin
sonları ve 1930’ların başlarını kucaklayan on yılda yaşadıklarımızı bir
kez daha kaldıramayız.” (Aktaran William Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Dell Publishing Co., 1972, s. 202) Hiroşima ve Nagazaki’yi hedef alan nükleer terörün asıl amacını anlamak için tanıklarımıza başvurmaya devam edelim. ABD Başkanı H.
Truman’ın kızı Margaret Truman, önceli Franklin. D. Roosevelt’in –henüz
Almanya ve Japonya’ya karşı savaşın sürdüğü- 12 Nisan 1945 tarihinde
ölmesinden sonra başkanlık koltuğuna oturan babası için şunları
söyleyecekti: “Bu ilk haftalarda en başta gelen kaygısı, Rusya’ya karşı izlenecek politikaydı.” Atom
bombasının geliştirilmesinde ve Hiroşima ile Nagazaki üzerinde
kullanılmasında belirleyici rol oynayan kişilerden ABD Savaş Bakanı
Henri Stimson, 11 Eylül 1945’te atom bombasının “diplomatik bir silah”
olduğunu ve Amerikan devlet adamlarının, göze çarpacak biçimde
kalçalarının üstüne yerleştirdikleri bu bombayla Rusları korkutmakta çok
istekli” olduklarını söylemişti. ABD
Dışişleri Bakanı James Byrnes ise, -Manhattan Projesinde çok önemli bir
rol oynayan nükleer bilimci Leo Szilard’ın anlattığına göre- atom
bombasının kullanılması olasılığıyla ilgili kaygılarını kendisine ileten
bu bilim adamına şunları söyleyecekti: “Byrnes... Rusya’nın savaş-sonrası dönemdeki tutumu konusunda kaygılıydı… Amerikan askerî
güç gösterisi yoluyla etkilenmesi halinde Rusya daha kolay
denetlenebilirdi ve bombanın gücünün sergilenmesi Rusya’yı
etkileyebilirdi.” (Aktaran Spencer Weart and Gertrud Weiss Szilard, ed., Leo Szilard: His Version of the Facts, s. 184) Geçtiğimiz günlerde, iki tarihçinin hazırladığı ve Britanya’da yayımlanan New Scientist
adlı dergide yer alan bir rapor, bu apaçık gerçekliği bir kez daha
perçinledi. Peter Kuznick ve Mark Selden bu raporlarında, “Hiroşima ve
Nagazaki’ye atom bombası atılması kararının, İkinci Dünya Savaşını sona
erdirmekten ziyade (Washington’un savaş sırasındaki bağlaşığı Sovyetler
Birliği’ne karşı) Soğuk Savaşı başlatmak amacıyla alındığını
gösteren yeni kanıtlar ele geçirdiklerini yazıyorlardı. ABD, Japonya ve
Sovyetler Birliği’nin diplomatik arşivlerini inceleyen Selden ile
Kuznick, Hiroşima’ya atom bombası atılmasından üç gün önce Truman’ın
kendisinin de, Japonya’nın “barış istediğini” itiraf ettiğini ortaya
çıkardılar. Ama atom bombaları gene de atıldı; çünkü ABD emperyalistleri
açısından, Selden’ın deyişiyle “Rusya’yı etkilemek savaşı bitirmekten
daha önemliydi.” ABD Başkanı Truman’ın
Yalta Konferansının, daha önceden saptanmış olan açılış tarihinin bir
kaç gün ertelenmesini istemesi ve bu arada New Mexico’daki Manhattan
Projesi görevlilerine çalışmalarını bir an önce bitirmeleri ve bombayı
patlatmaları direktifini vermesi de, Sovyetler Birliği’ni korkutma
amacına yönelikti. Böylelikle Yalta Konferansının 17 Temmuz’da, yani 16
Temmuz’da Alamogordo’da ilk başarılı denemesi yapılan atom bombasından
hemen sonra başlatılması sağlandı. Ancak Stalin, Truman’ın atom
bombasının başarıyla denenmesine ilişkin verdiği haberi sükunetle
karşılayacaktı. (2) Soğuk Savaşın
kışkırtıcılarından, Moskova’dan gönderdiği “Uzun Telgraf”ıyla ünlü
Amerikan diplomatı George F. Kennan ise daha sonraları, “O günün Rusyası konusunda en basit bir bilgiye sahip bir insan Sovyet liderlerinin kendi silahlı kuvvetlerini kullanarak askerî saldırılarla kendi davalarını yayma niyetlerinin olmadığını açıkça görebilirdi.” (Aktaran Hugh Higgins, Soğuk Savaş, s. 67, İstanbul, Koza Yayınları, 1975) diyecekti. ABD
emperyalistlerinin nükleer terörizm yoluyla Sovyetler Birliği’ni ve
dünya işçi sınıfı ve halklarını korkutma amaçları, Japon
militaristlerinin bir an önce teslim olma girişimlerinin görmezden
gelinmesini ve hatta sabote edilmesini gerektiriyordu. Savaşta
yenilmiş olduklarını ve durumlarının umutsuz olduğunu çoktan görmüş
olan Japon militaristleri, teslim olmak için aylardır çeşitli
kanallardan muhataplarıyla temas kurmaya çalışıyorlardı. Örneğin,
ABD’nin ele geçirdiği ve şifresini çözdüğü 5 Mayıs tarihli bir telgraf
mesajında Tokyo’daki Alman elçisi, Japon silahlı kuvvetlerinin geniş
kesimlerinin, koşulları çok ağır olmamak kaydıyla teslim olmaya hazır
olduğunu bildiriyordu. Daha sonra adı CIA olarak değiştirilecek olan
Stratejik Hizmetler Bürosu’nun (=Office of Strategic Services) direktörü
William Donovan 12 Mayıs 1945’te Başkan Truman’a sunduğu bir raporda,
Japonya’nın İsviçre elçisinin, İmparator Hirohito’nun savaş suçlusu
olarak yargılanmaması ve tahtını muhafaza etmesi koşuluyla, Japonya’nın
teslim olmaya hazır olduğunu söylediğini bildirdi. Amerikalılara benzer
bir rapor da Portekiz’deki bir Japon görevli aracılığıyla ulaştırıldı.
Haziran ortalarında Amiral William D. Leahy, Japonya tarafından kabul
edilebilecek ve ABD’nin Pasifik bölgesinden gelebilecek bir saldırıya
karşı savunmasını güvence altına alabilecek bir teslim olma anlaşmasının
yapılabileceğini söylüyordu. Başkan Truman’ın, gizliliği 1979’da
kaldırılan günlük notlarında ise, Temmuz 1945’te Stalin’in kendisine,
“Japon İmparatorundan barış talebinde bulunan bir telgraf aldığını”
bildirdiği ortaya çıkacaktı. Öte yandan, Temmuz 1945’de, SSCB, ABD ve
Britanya liderlerinin Potsdam’da biraraya gelmelerinden önce, Japon
hükümetinin, Moskova’daki elçisi Naotake Sato’ya gönderdiği mesajlarda
barışın sağlanması için –o sıralar Japonya’ya henüz savaş ilan etmemiş
olan- Sovyetler Birliği’nin aracılık etmesini istediği de biliniyordu.
Japon askerî
şifrelerini çözmüş olan ABD emperyalistleri, daha Sovyetler Birliği bu
mesajı kendilerine aktarmadan önce onların içeriğinden haberdar
olmuşlardı. Ancak, askerîkayıplarını
en aza indirmek gerekçesiyle Japonya’ya atom bombası atmakta kararlı
olan ABD yetkilileri, bu Japon önerilerini duymazdan ve görmezden
geldiler. Aksi takdirde bu güç gösterisini yapma olanağını
yitireceklerdi. ABD Savaş Bakanı Stimson 6 Haziran’da, yani Hiroşima’nın
bombalanmasından 2 ay önce Başkan Truman’a, ABD Hava Kuvvetlerinin
sürdürmekte olduğu ve çok güçlü konvansiyonel bombaların kullanıldığı
yoğun hava bombardımanının yarattığı büyük ölçekli yıkımdan yakınıyor,
bunun atom bombalarının etkisinin gözler önüne serilmesini önleyeceğini
söylüyordu! Stimson daha sonraları anılarında, Japonların teslim olma
önerilerinin hiçbirinin ciddiye alınmadığını itiraf edecekti. Potsdam
Konferansı sırasında, ABD, Britanya ve –başında henüz Çan Kay-şek’in
bulunduğu- Çin, 26 Temmuz’da Japonya’ya kayıtsız-koşulsuz teslim olma
çağrısı yaptılar. Ama onlar bu çağrıyı yaparken, Japonya’nın teslim
olmak için, ülkede adeta kutsal ve yarı-tanrısal bir kişilik olarak
kabul edilen İmparator Hirohito’nun sembolik olarak tahtında kalması
koşulunu görmezlikten ve duymazlıktan geldiler. Bunun nedeni, ABD ve
Britanya emperyalistlerinin İmparator Hirohito’ya ya da onun tahtını
muhafaza etmesine karşı olmaları değildi. Değildi; çünkü işgalden sonra
ABD işgal yetkilileri İmparator Hirohito’yu tahtında tutmakla
kalmadılar; onlar aynı zamanda Japon savaş suçluları, militaristleri ve
tekelci kapitalistleriyle açık bir işbirliğine girdiler. Dolayısıyla, bu
çağrı tümüyle demagojik bir nitelik taşıyordu. Onların amacı, kabul edilmesi hemen hemen olanaksız koşullar ileri sürerek
Japonya’nın teslim oluş tarihini geciktirmek ve bu arada Tokyo’nun,
Bağlaşıkların teslim olma koşullarını kabul etmedikleri gerekçesinin
arkasına saklanarak atom bombasını kullanmaktı. Bazı bilim adamlarının
atom bombasının boş bir ada üzerinde kullanılması yolundaki taleplerinin
dikkate alınmamasının nedeni de buydu. Asıl
amacı Japonya’nın kayıtsız koşulsuz teslim olmasını sağlamak olmuş
olması halinde ABD’nin, Hiroşima’da meydana gelen yıkımın boyutlarını
gözleriyle görmeleri ve bu yıkımı yerinde doğrulamaları için Japon
yetkililerine bir süre tanıması ve ardından kayıtsız koşulsuz teslim
çağrısını yinelemesi ve ya da ilk atom bombasını insanların oturmadığı
bir alanda denemesi vb. beklenirdi.
Ama ABD bunların hiçbirini yapmadı ve 6 Ağustos’ta Hiroşima’yı, üç gün
sonra, yani 9 Ağustos’ta da Nagazaki’yi nükleer terörün hedefi haline
getirdi. Bu arada, atom bombalarının
Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının daha spesifik bir diğer nedenine
de değinmek gerekiyor. Roosevelt, Churchill ve Stalin’in katılımıyla
4-11 Şubat 1945’te gerçekleştirilen Yalta Konferansında Bağlaşıklar
diğer şeylerin yanısıra, Sovyetler Birliği’nin Almanya’nın yenilmesinden
üç ay sonra, Japonya’ya karşı askerî harekâta girişmesi ve böylelikle ABD kuvvetlerinin üzerindeki yükün hafifletilmesi konusunda anlaşmışlardı. Aslında
Kızılordu'nun Uzakdoğu’da Japonya’ya karşı savaşa girmesini öteden beri
talep eden ABD’nin ta kendisiydi. Temmuz 1943’de Kızılordu'nun Wehrmacht karşısında Kursk’da kazandığı büyük zaferin ardından Moskova’daki Amerikan Askerî
Misyonunun başında bulunan Tuğgeneral John Deane, “Almanya’nın
yenilmesinden sonra Rusya’nın Japonya’ya karşı savaşa tam katılımının
büyük önemi”nden sözetmiş, Pasifik bölgesindeki ABD kuvvetlerinin
komutanı General MacArthur ise, Kızılordu'nun Mançurya’da Japonlara
karşı savaşa katılmasının kendi kuvvetleri üzerindeki yükü
hafifleteceğini söylemişti. Başkan Roosevelt’in kendisi de Kasım
1943’deki Tahran Konferansında Stalin’e, Nazi Almanyası’nın yenilgiye
uğratılmasından sonra Kızılordu'nun Uzakdoğuda konuşlandırılıp
konuşlandırılamayacağını sormuştu. 1945 Şubatındaki Yalta Konferansından
sonra General MacArthur, bir kez daha Sovyet askerî
desteği talebinde bulunacaktı. Dolayısıyla Sovyetler Birliği, Nazi
Almanyası’nın 9 Mayıs 1945’de yenilgiye uğratılmasından sonra,
bağlaşıklarının talebi ve Yalta Konferasında alınan ortak karar uyarınca
Kızılordu'nun bir bölümünü Uzakdoğu cephesine aktarmaya başlamıştı. 16
Temmuz 1945’de ilk atom bombasının başarıyla denenmesinin ardından 17
Temmuz’da başlayıp 2 Ağustos’ta sona eren Potsdam Konferansı’na
gelindiğinde ise ABD-Britanya ile SSCB arasındaki ilişkiler önemli
ölçüde soğumuş ve Batılı emperyalistler atom bombasına sahip olmanın
avantajını kullanarak Yalta Konferansında alınan bu kararın yaşama
geçirilmesini önlemeyi ve böylelikle kafalarına Sovyetler Birliği’nin
Uzakdoğu’da nüfuz edinmesini önlemeyi koymuşlardı. ABD emperyalistleri,
yapacakları nükleer güç gösterisiyle Sovyetler Birliği’ni Mançurya ve
Kuzey Çin’deki Japon ordularına karşı harekete geçmekten
alıkoyabilecekleriini düşünüyorlardı. Bu nedenledir ki Truman güncesine,
“Japonya’ya atom bombası atmamız, Rusya’yı Uzakdoğu’daki konumunu
yeniden düşünmeye zorladı” notunu düşecekti. (3) Ama ABD emperyalizminin
şefi yanılıyordu. Uzakdoğu cephesinde gerekli yığınağı yapan Kızılordu,
kararlaştırılan tarihte, Japonya’ya karşı savaş ilan ettikten sonra
Japonların bu bölgedeki Kwantung ordusuna karşı askerîharekât başlattı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyor: “9
Ağustos 1945’de Sovyetler Birliği, Yalta’da alınan karar uyarınca
Japonya’ya savaş ilan etti... Moğol birlikleriyle işbirliği yapan Sovyet
ordusu, düşmanın savunma sistemini yararak Kwantung ordusunu teslim
olmaya zorladı. Sovyet saldırısı karşısında Kuzeydoğu Çin, Kuzey Kore,
Güney Sakhalin ve Kuril’deki son Japon direnci de kırıldı.” (N. V.
Yelisiyeva-A. Z. Manfred, Yakın Çağlar Tarihi, İstanbul, Konuk Yayınları, 1978, s. 523) Sonunda,
9 Ağustos günü sabah saat 11:00’de Başbakan Kintaro Suzuki Japon
hükümeti adına yaptığı açıklamada, ABD’nin Potsdam konferansında yaptığı
kayıtsız koşulsuz teslim çağrısını kabul ettiklerini ve savaşı sona
erdirdiklerini açıkladı. Soğuk Savaşın İlk Salvoları Daha
Ekim 1942’de, yani, asıl yükünü Sovyetler Birliği’nin çektiği
anti-faşist savaş bütün şiddetiyle sürmekteyken Başbakan Churchill,
İngiliz hükümetine gizli bir memorandum sunmuştu. O, bu memorandumda,
“Rus barbarlığının Avrupa’nın köklü devletlerinin kültür ve
bağımsızlığının üzerine çökmesi halinde meydana gelecek büyük felâketi” (Andrew Rothstein, A History of the USSR,
Penguin Books, 1951, s. 355) önlemek için, faşist İspanya ve despotik
Türkiye’yi de kapsayacak bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin
oluşturulmasını savunuyordu. Churchill’in sözleri, bu azılı
anti-komünistin ve onun temsil ettiği Britanya tekelci burjuvazisinin
anti-faşist savaşta takındığı ikircimli tutumun bir yansıması ve savaş
sonrasında takınacağı gerici politikanın bir müjdecisiydi. Almanya-İtalya-Japonya
faşist blokuna karşı sürdürülen savaşta zaferin kazanılmasından hemen
sonra ABD-Britanya kampı ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler önce
daha yavaş ve üstü örtülü bir biçimde, sonraları ise daha hızlı ve açık
bir biçimde bozulacaktı. Britanya Başbakanı Churchill’in, daha
Almanya’nın teslim olmasından önce, Sovyet, Amerikan ve İngiliz
birliklerinin Nazi Almanyası’nın sınırlarına dayandığı Nisan 1945’de, “Birinci
olarak, Sovyet Rusya hür dünya için öldürücü bir tehlike olmuştu.
İkinci olarak da, hiç vakit geçirmeksizin, Sovyetlerin ilerlemesini
durdurmak üzere yeni bir cephe kurmak gerekir” (A. Maurois-L. Aragon, Amerika-Rusya,
İkinci Cilt, İstanbul, Cem Yayınevi, 1969, s. 146) dediği biliniyordu.
ABD ise Almanya’nın teslim olduğu, ama Uzakdoğu’da Japonya’ya karşı
savaşın henüz sürmekte olduğu 9 Mayıs 1945 günü Ödünç Verme ve Kiralama
programını, Moskova’yı önceden bilgilendirmeye bile gerek duymaksızın
tek yanlı bir eylemle yürürlükten kaldırarak Sovyetler Birliği’ne
1941’den bu yana yapmakta olduğu askerîmalzeme yardımını durduracaktı. 2 Ekim 1998’de Milliyet’te
yayımlanan “Churchill, 3. Dünya Savaşını Çıkartacakmış” başlıklı
haberde bu konuda başka ilginç, ama hiç de şaşırtıcı olmayan bilgiler
sunuluyordu. Zafer Arapkirli’nin Londra’dan geçtiği haberde aynen şöyle
deniyordu: “İkinci Dünya Savaşının
hemen sonunda İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in, Sovyetler
Birliği’ne karşı ‘Üçüncü’ Dünya Savaşı’nı başlatmanın planlarını yaptığı
bildirildi. İngiliz arşivlerinde ortaya çıkan gizli belgelere göre,
Sovyet lideri Stalin’in, güneye inerek Türkiye, Yunanistan, İran ve
Irak’ı işgal edeceği varsayılarak hazırlanan planlarda, ABD ve İngiliz
kuvvetlerinin yanısıra, mağlup Alman kuvvetlerinin de Sovyetler’e karşı
taarruza geçmesi planlanmıştı. “The Daily Telegraph
gazetesinin dün manşetten verdiği haberde, 29 sayfadan oluştuğu
belirtilen gizli raporun ayrıntıları yeraldı. Churchill’in ‘Operation
Unthinkable’ (Akla Bile Gelmeyecek Harekât) adını verdiği harekâtla
ilgili planların, 22 Mayıs 1945 tarihinde, yani Avrupa’da savaşın sona
ermesinden sadece 14 gün sonra hazırlandığı bildirildi. 1 Temmuz 1945
tarihinde başlayabileceği tahmin edilen Üçüncü Dünya Savaşı’nın Dresden
ve Baltık kıyıları arasında bulunan toplam 47 İngiliz ve Amerikan
tümeninin taarruzuyla başlamasının da planlandığı kaydedildi. “Belgelerde,
Churchill’in General Montgomery ve General Eisenhower ile birlikte yeni
savaş planları hazırlamasına neden olarak, savaşın sona ermesinden kısa
bir süre sonra Sovyet ordusunun 29 Haziran 1945 tarihinde yeniden
‘Topyekun savaş alarmına’ geçirilmesi gösteriliyor. Ancak daha sonraki
gelişmeleri izleyen İngiliz hükümetinin, savaş fikrinden vazgeçip, bunun
yerine savunma planlarına yöneldikleri de anlaşılıyor.” Truman’ın
anılarında yazdığına göre, Japonya’nın Nagazaki’nin bombalanmasının
ardından kayıtsız koşulsuz teslim olmasından sonra, ABD Genelkurmayı,
“Bombanın gizliliğinin muhafaza edilmesinin ve sürdürülmesinin şimdi her
zamankinden daha fazla gerekli olduğu”nu düşünüyordu. Hiroşima’nın
bombalanmasının üzerinden dört hafta bile geçmeden ABD Genelkurmayı,
“saldırganlık güçlerinin bize karşı mevzilendiği netleşir netleşmez…
gerektiğinde ilk darbeyi indirmeye” (Aktaran Tim Weiner, Blank Check, New York, Warner Books, 1991, s. 24) hazır olunması gerektiğini ileri sürüyordu. (4) Anglo-Amerikan
emperyalistlerinin niyetlerini açığa vuran bir başka veri, Martin
Walker’ın 1993’de yayımlanan bir kitabında sunuldu. Buna göre, ABD
Genelkurmayı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden yalnızca on hafta sonra
Sovyetler Birliği’nin en büyük 20 kentine atom bombaları atmayı
planlamıştı. (Bak., The Cold War: And the Making of the Modern World, Londra, s. 26-27) ABD
ve Britanya yöneticilerinin, Sovyetler Birliği’nin yeni bir savaş
hazırlığı içinde olduğuna ilişkin yaygaralarının olgular ve gerçeklerle
hiçbir ilişkisi olmadığını anımsatmaya bile gerek yok. Washington ve
Londra’daki emperyalist haydutlar bu dezenformasyon kampanyasını,
dikkatleri kendi gerici iç ve dış politikalarından uzaklaştırmak ve
“kendi” halklarını 1945-sonrasında girişecekleri yeni askerî maceralara hazırlamak için yürütüyorlardı. Kuşkusuz
Soğuk Savaşın ilk salvoları arasında ABD ve bağlaşıklarının, Sovyetler
Birliği’ne, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı Alman ve
İtalyan faşizminin kalıntılarının yanısıra Japon militarizminin
kalıntılarıyla işbirliği yapma gibi öğeler de bulunacaktı. Bu nedenledir
ki; Çin’de, Kore’de ve Güneydoğu Asya
ülkelerinde gerçekleştirdikleri korkunç katliamlarla Alman Nazilerinden
hiç de “geri” kalmadıklarını kanıtlamış olan Japon militaristleri Nazi
liderlerinkini andıran sembolik bir yargılamayla yakalarını
kurtaracaklardı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde ABD’nin işgali altına
giren Japonya’nın başkenti Tokyo’da toplanan askerî mahkeme, milyonlarca insanın kanını döken Japon militaristlerinin sivil ve askerî
önderlerinden yalnızca yedisini darağacına çıkarabildi. İmparator
Hirohito’nun başını çektiği bu savaş suçluları İkinci Dünya Savaşı’nın
ertesinde ve özellikle Soğuk Savaşın başlamasından hemen sonra, ABD’nin
önderlik ettiği “Hür Dünya”nın saygın kişilikleri oluverdiler. Asıl
misyonları kapitalist-emperyalist dünya sistemini ayakta tutmak ve
dünya işçi sınıfına, diğer emekçilere ve ezilen uluslara karşı ve devrim
ve sosyalizm “tehlikesini” önlemek amacıyla acımasız bir savaşım
sürdürmek olan ABD emperyalistlerinin, Alman, Japon ve İtalyan
faşizminin kalıntılarını kendi kanatları altına almaları, nesnelerin
doğası gereğiydi. Anti-faşist savaşın temel hedeflerinden birisi olan
denazifikasyon, yani faşizmden ve faşist öğelerden arınma ve emekçi
halka karşı en korkunç katliamları gerçekleştirenlerin yargılanması ve
cezalandırılması gibi Potsdam Konferansı tarafından da karara bağlanmış
olan ilkesel yaklaşımlar, ancak Sovyet Kızılordusu’nun girdiği ve/ya da
halk iktidarlarının kurulduğu ülkelerde gerçekleştirilebildi. Buralarda,
faşizmin sosyal dayanağını oluşturan büyük toprak sahipleri ve gerici
burjuvazi mülksüzleştirildiler ve siyasal iktidardan uzaklaştırıldılar. O
günden bu yana yaşanan tarihsel deneyim, işçi sınıfının büyük
öğretmenlerinin çok önceleri dile getirmiş olduğu bir gerçeği yeniden ve
yeniden doğruladı: Kapitalist sınıf egemenliği sisteminin ürünü olan
savaşlara son vermenin yolu, bu sistemi yıkmaktan, insanın insanı
sömürmesine ve ezmesine son vermekten geçmektedir. SONSÖZ Aradan
geçen 60 yıla rağmen insanlık Hiroşima ve Nagazaki’nin karabasanının
gölgesinde yaşamaya devam ediyor. O acı günlerden sonra da dünyanın
dörtbir yanında giriştiği doğrudan ya da dolaylı saldırganlık yoluyla
milyonlarca, hatta onmilyonlarca işçi ve emekçiyi katleden ve Ortadoğu
ve Orta Asya’da savaş kundakçılığı yapan Amerikan devlet teröristleri ve
onların Siyonist ortakları, bugün de İran’a karşı bir nükleer saldırı
hazırlığındalar. Ellerinde, her biri “Küçük Oğlan”dan ve “Şişko”dan
binlerce kez daha güçlü binlerce nükleer füze bulunan ABD
emperyalistleri bütün dünyayı dev bir Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye
çevirmeye hazır olduklarını onyıllardır kanıtlamış bulunuyorlar.
Ellerindeki korkunç ve nicelik ve nitelik bakımından sürekli olarak
geliştirdikleri konvansiyonel silah stoğuyla yetinmeyen, uzayı
silahlandıran, 2001 yılından itibaren nükleer silahların
yaygınlaştırılmasına bazı kısıtlamalar getiren uluslararası anlaşmadan
çekilen ve değişik tipte yeni nükleer bombalar geliştirmekte olan ABD
emperyalistleri, tüm emekçi insanlık için Hitler faşizminden ve onun
bağlaşıklarından çok daha büyük bir tehlike oluşturuyorlar. Askerî harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamının askerî harcamalarına eşit olduğu tahmin edilen bu devlet teröristleri çılgınca silahlanmaya, dünyanın her tarafında askerî
üsler kurmaya ve kendilerine boyun eğmeyen herkesi tehdit etmeye devam
ediyorlar. Halihazırda onlar, İslam ülkeleri işçi sınıfı ve halkları
başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halklarına karşı “teröre karşı
savaş” adı altında pazarlanan bir savaş yürütmektedirler. Ve emekçi
kitleler tarafından devrilene ve silahsızlandırılana değin bu savaşı
sürdüreceklerdir. Onları durdurabilecek biricik güç, ezilen ve sömürülen
yığınların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm kavgasıdır. Bugün,
emekçi insanlığın ivedi ve merkezi görevi, her ulustan, milliyetten,
dinden ve mezhepten işçi ve emekçilerin geniş ve militan bir
anti-emperyalist birleşik cephesini oluşturmak ve tüm dünyayı
köleleştirmek için yola koyulmuş bulunan Amerikan neo-faşizmini ve onun
yakın bağlaşık ve uşaklarını tarihin çöplüğüne gömmektir. Yeni
Hiroşimalardan ve Nagazakilerden ve tüm dünyanın bir nükleer cehenneme
çevrilmesinden kaçınmanın biricik yolu budur. DİPNOTLAR (1)
Fakat, savaşın sonunun yaklaştığı 1945 yılında ABD ve Britanya
emperyalistleri, kısmen Almanya’da, ama daha çok Japonya’da, atom
bombasının kullanılmadığı, ama aşağı yukarı aynı ölçüde sivil can
kaybına ve büyük maddi yıkıma yol açan çok şiddetli hava saldırıları da
gerçekleştireceklerdi. Örneğin, ABD ve Britanya savaş uçaklarının,
hiçbir askerî
tesisin bulunmadığı ve Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biri
sayılan Alman kenti Dresden’e karşı 13 Şubat 1945’te gerçekleştirdikleri
ve 14 saat süren korkunç saldırı 60,000’e yakın insanın bombalanarak,
yanarak ve havasızlıktan boğularak ölmesine yol açacaktı. Mültecilerle
birlikte 1 milyona yakın kişinin bulunduğu tahmin edilen kente 700,000
fosfor bombasının atılması sonucunda sıcaklığın 1,600 dereceye çıktığı
için ölen insanların çoğunun cesetlerinin tümüyle yanarak tanınmaz hale
geldiği ya da betona ve kentin zeminine karıştığı tahmin ediliyor. 9-10
Mart 1945’te ise 334 B-29 dev bombardıman uçağı 6 milyon kişinin
yaşadığı Tokyo’yu üç saat süreyle yoğun bir biçimde bombaladı. 1,665 ton
yangın bombasının kullanıldığı bombardımanda yaklaşık 84,000 kişi can
verirken 41,000 kişi yaralandı; yer yer kentin içinden geçen ırmağın
sularının kaynadığı saldırıda 265,000 kadar bina yıkıldı ve yaklaşık 42
kilometrekarelik bir alan tamamen küle döndü. Ölenlerin çoğunu
kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğu bombardımanda B-29
uçaklarının pilotları yanan insan eti kokusundan ötürü kusmamak için
oksijen maskesi takmak zorunda kaldılar. Kapitalizmin
vahşeti, sosyalizmin insani niteliğiyle bu alanda da tam bir karşıtlık
oluşturuyordu. İkinci Dünya Savaşında ölçülemeyecek derecede fazla kayıp
vermiş olmasına rağmen Sovyetler Birliği’nin hava kuvvetleri sadece
askerî
hedeflere saldırdı ve hiçbir zaman kentsel yerleşim bölgelerinin ve
diğer sivil hedeflerin ayrımsız ve yoğun bombardımanında kullanılmadı. (2)
Potsdam Konferansının 24 Temmuz tarihli oturumu sırasında Truman bir
ara Stalin’in yanına gelerek ona “bizim artık olağanüstü ölçüde güçlü
bir silahımız var” diyecekti. Stalin’in, sakin bir biçimde “bunu
duyduğuma sevindim” demesi üzerine Truman ile Churchill, Sovyet
liderinin, neyin sözkonusu olduğunu kavramadığı sonucuna vardılar. Oysa,
ABD’ndeki ve Manhattan Projesi içindeki ajanları aracılığıyla Sovyetler
çoktandır, nükleer çalışmalar hakkında geniş bilgi sahibiydiler. (3)
Azılı bir anti-komünist olan ve Nazi Almanyası’nın Haziran 1941’de
Sovyetler Birliği’ne saldırmasından sonra ABD’nin, bu iki ülkenin
karşılıklı olarak birbirlerini yormalarına ve tüketmelerine yardımcı
olması (!) gerektiğini savunan Senatör Truman o günlerde şöyle demişti: “Almanya’nın
kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliği’ne; Sovyetler Birliği’nin
kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde
birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar.” (New York Times’tan aktaran Tarih Çarpıtıcıları, İstanbul, İnter Yayınları, 1989, s. 76) (4)
Yani, bazılarının sandığının tersine, “önleyici savaş doktrini” hiç de
George W. Bush dönemine özgü değildi; ABD emperyalistleri, en azından
Hitler kliğinin yolundan gitmeye başladıkları 1940’ların sonlarından bu
yana bu faşist doktrin uyarınca hareket ediyorlar. 1960’larda Vietnam
halkına karşı girişilen korkunç saldırı savaşının gerekçesi de
Çinhindi’nda ve Asya’da komünizmin yayılmasını “önlemek” değil miydi?
|